BeKoS tv Every Day A Film We are now less then a minute Türkiye'yiz

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

19 Haziran 2013 Çarşamba

Çinli taykonot uzaydan öğrencilere ders anlattı 20 Haziran 2013 07:53 PEKİN Çin'in geçen hafta gönderdiği Şıncou-10 mekiğinin kadın taykonotu Vang Yaping, uzaydan öğrencilere ders verdi

Çinli taykonot uzaydan öğrencilere ders anlattı

20 Haziran 2013 07:53 PEKİN
Çin'in geçen hafta gönderdiği Şıncou-10 mekiğinin kadın taykonotu Vang Yaping, uzaydan öğrencilere ders verdi.
 

Çin'in uzaydaki ilk öğretmeni ünvanını alan Vang, bu sabah 340 kilometre yükseklikten Pekin'deki 330 ilk ve ortaokul öğrencisine Tiengong-1 uzay modülünden kütlesel ağırlık, yerçekimsiz ortam ve Newton kanuna dair ders anlattı. 
Çin'in merkez televizyonununda canlı yayımladığı dersi, ülke genelinde 60 milyondan fazla öğrenci ve öğretmenin izlediği bildirildi. 
Derste, öğrenciler ülkenin uzaydaki ilk öğretmenine soru yöneltti. 
Çin'in uzay programı çerçevesinde gönderilen Şıncou-10, ülkenin uzaydaki Tiengong-1 modülüyle kenetlenmişti. Şıncou-10'da, görev süresi boyunca uzay aracından modüle personel ve malzeme transferi denemeleri yapılacak. 

'Bunlar kendiliğinden çıktı' demek alay etmektir 20 Haziran 2013 07:12 ANKARA Başbakan Yardımcısı Bozdağ, Gezi Parkı eylemlerine ilişkin, eylemlerin şekline, içeriğine bakıldığında bu hareketin kendiliğinden ortaya çıktığının söylenemeyeceğini belirtti

'Bunlar kendiliğinden çıktı' demek alay etmektir

20 Haziran 2013 07:12 ANKARA

Başbakan Yardımcısı Bozdağ, Gezi Parkı eylemlerine ilişkin, eylemlerin şekline, içeriğine bakıldığında bu hareketin kendiliğinden ortaya çıktığının söylenemeyeceğini belirtti.

 

Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, TRT Türk'te yayınlanan Görüş Farkı programında gündeme ilişkin soruları yanıtladı.

Gezi Parkı eylemlerine ilişkin soru üzerine Bozdağ, eylemlerin şekline, içeriğine bakıldığında bu hareketin kendiliğinden ortaya çıktığının söylenemeyeceğini ifade etti.

Bozdağ, "Kardeşler arasında anne baba bile çocukları aynı istikamete sevketmekte zorlanırken bu kadar farklı yapıları, farklı insanları, farklı yerlerde aynı şeylerle bir hedefe yöneltmek, bir eylem yapmak, bunların plansız olduğunu söylemek, 'bunlar kendiliğinden çıktılar, çevre duyarlılığıyla sadece bu işi yapıyorlar' demek bu noktada bana göre insanlarla alay etmektir" değerlendirmesinde bulundu.

Olayları kimlerin organize ettiğine yönelik soruya karşılık Bozdağ, bunun açıkça görüldüğünü söyledi. Bozdağ, "Cumhuriyet mitingleri yapıldı 2007 yılında. O fotoğraf karesinin içinde kim varsa bu fotoğraf karesinin içinde de hepsi var. Baktığınızda bu eylemler yeni değil geçmişte de benzer olaylar oldu, faiz lobisi bu işin içinde var ve çok net biçimde herkes bunu çok rahat görüyor. Güçlenen bir Türkiye'den rahatsız olan çok fazla yapı var" diye konuştu.

"Esas mahalle baskısını, esas millete yaşam tarzı dayatmasını bunlar yapıyorlar"

 

"Eğer Türkiye'de dikdatörlük olsaydı, bir dikdatör olsaydı, otoriter bir yapı olsaydı bu olaylar olabilir miydi, bunları yapmak isteyenler planlayıp ortaya koyabilir miydi" diye soran Bozdağ, Başbakan Erdoğan'ın, akademisyenler, Taksim Platformu temsilcileri, sanatçılarla saatlerce görüştüğünü hatırlattı. Bozdağ, "Nasıl bir dikdatör ki saatlerce, o eylemleri yapanları çağırıyor, onlara destek olanlarla bunları konuşuyor" dedi. Bekir Bozdağ, Fransa, ABD, İngiltere gibi ülkelerin liderlerinin benzer olaylarda bu yaklaşımı sergilemediğini kaydetti.

Yaşam tarzının kısıtlandığını iddia edenlerin buna dair somut olaylar göstermesi gerektiğini belirten Bozdağ, "Bana bir tane Allah'ın kulunun şunu göstermesi lazım, Türkiye Cumhuriyeti'nde AK Parti iktidarı döneminde birisinin zorla başı kapattırılmış, birinin zorla eteği şöyle yaptırılmış, birinin yaşam tarzına şöyle müdahale edilmiş, bunu birilerinin söylemesi lazım. Ama büyük bir iftira yapıyorlar. Esas mahalle baskısını, esas millete yaşam tarzı dayatmasını bunlar yapıyorlar" ifadesini kullandı.

 Alkol düzenlemesi

Alkol düzenlemesine değinen Bozdağ, "Yaptığımız düzenleme içerisinde alkolü yasaklayan bir madde var mı, yok. İçmeyi yasaklayan bir madde var mı, yok. 'Bir bardak içersin, ikinci bardağı içemezsin, bir tane şişeyi devirirsin, ikinciyi deviremezsin' diye bir madde var mı, yok. Kim diyorsa ki bu alkol düzenmlemesinin içerisinde içki yasağı vardır, yalanın alasını söylüyor, iftiranın alasını yapıyor" değerlendirmesinde bulundu.

Bozdağ, düzenlemeyle Avrupa ve ABD'deki alkollü içkilerin reklamı, piyasaya arzı ve benzeri konulardaki standardı Türkiye'ye getirdiklerini anlatarak, ABD'de 21, Avrupa genelinde 18 yaşından küçüklere alkollü içki satılmadığını anımsattı. Bekir Bozdağ, 22.00 ile 06.00 saatleri arasında içki satışının yasaklandığını anımsatarak, "Kadıköy Belediyesi aynısını belediye meclisi kararıyla aldı. Şimdi CHP'li bir belediye meclisi karar alıyor, bu dikdatörlük olmuyor, içki yasağı olmuyor, otoriter yönetim olmuyor, aynı kararı AK Parti yasalaştırınca dikdatörlük oluyor" diye konuştu.

Gezi Parkı olayları

Medyada ve sosyal medyada "akla ziyan iftiralar atıldığını" anlatan ve örnekler veren Bozdağ, bunların "akıl alacak" gibi olmadığını söyledi.

Bozdağ, "Peki bu suç mudur? İşlem yapılması gerekir mi" sorusuna, "Bunlar suçtur. Bizim ceza kanunumuzda bunların tamamı suçtur" yanıtını verdi. Bozdağ, iftira, hakaret etmek, halkı kin ve düşmanlığa, birbiriyle çarpışmaya teşvik etmek, şiddete, suç işlemeye teşvik etmenin hepsinin ceza kanununda karşılığı bulanan suçlar olduğunu bildirdi.

"Bunun gereği yapılacak mı? İnternet medyasına bir düzenleme, sosyal medyaya ilişkin ağır yaptırımlar geliyor mu" sorusu üzerine Bozdağ, "Sanal medya ile ilgili bir düzenlemeye ihtiyaç var" ifadesini kullandı.

Bozdağ, "Görüntüler, bütün deliller inceleniyor. Bu incelemeden sonra zaten yargı süreçleri o deliller çerçevesinde, polis araçlarını yakan, ambulansları yakan, belediye otobüslerini yakan, bütün kişilerin özel malına mülküne, kamunun malına mülküne zarar veren herkes yaptığı fiilin karşılığını hukuk karşısında görecektir. Bunların soruşturulması ve kovuşturulması hukuk içinde yapılacaktır. Kimsenin yaptığı kimsenin yanına kar kalmayacak" değerlendirmesinde bulundu.

Dövizle askerlik konusu

Bozdağ, yurtdışında yaşayıp dövizle askerlik yapmak isteyenlerin, ödenen parayı çok yüksek bulmasıyla ilgili soru üzerine, Başbakan Erdoğan'ın Yurt Dışı Vatandaşlar Danışma Kurulu Üyeleriyle bir araya geldiğini ve bu durumun konuşulduğunu söyledi. Bozdağ, Başbakan Erdoğan'ın bu bedelin aşağı indirilmesi konusuda talimat verdiğini belirterek,  "Önümüzdeki günlerde biz Bakanlar Kurulu kararını çıkaracağız. Dövizli askerlik bedelini aşağı indireceğiz" dedi.


20 Haziran 2013 07:44 MALATYA Malatya'da terör örgütü DHKP/C'ye üye oldukları iddiasıyla gözaltına alınan 5 kişiden 4'ü tutuklandı

DHKP/C'de 4 tutuklama

20 Haziran 2013 07:44 MALATYA
Malatya'da terör örgütü DHKP/C'ye üye oldukları iddiasıyla gözaltına alınan 5 kişiden 4'ü tutuklandı.
 

İl Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ekiplerince, kentte görev yapan bazı polislerle 40 polis aracının fotoğraflarını internet üzerinden yayınladığı, çeşitli sivil toplum örgütlerinin organize ettiği basın açıklamalarını ve eylemleri provoke ettiği belirlenen kişilere yönelik düzenlenen operasyonda yakalanan S.S, M.E.Ş, U.O.D, M.H.A. ve U.M. tamamlanan işlemlerinin ardından adliyeye sevk edildi.
Şüphelilerden S.S, M.E.Ş, M.H.A. ve U.M, çıkarıldıkları mahkemece tutuklandı, U.O.D. ise adli kontrolle serbest bırakıldı.

Tek Türkiye var 20 Haziran 2013 07:28 ANKARA Bakan Davutoğlu, Gezi Parkı olaylarına ilişkin "Avrupa'da bu kadar yaygın gösteriler olduğunda onlar gibi 'Meydanda iki Türkiye çatışıyor' dedik mi. Türkiye'de tek Türkiye var"

Tek Türkiye var

20 Haziran 2013 07:28 ANKARA

 

Bakan Davutoğlu, Gezi Parkı olaylarına ilişkin

 

 "Avrupa'da bu kadar yaygın gösteriler olduğunda onlar gibi 

 

'Meydanda iki Türkiye çatışıyor'

 

 dedik mi. 

 

Türkiye'de tek Türkiye var" 

 

dedi.

 

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu,  TGRT Haber televizyonundaki programda gündeme ilişkin soruları yanıtladı. 

 

Taksim Gezi Parkı olaylarıyla ilgili konuşan Davutoğlu, bir anda Türkiye hakkında iki hafta içinde yeni bir algı oluşturma operasyonu başlatıldığını söyledi. Davutoğlu, olaylarda komplo teorilerinin ötesinde bir vaka bulunduğunu belirterek, görüştüğü mevkidaşlarına da aynı şeyleri anlattığını ifade etti.

 

Davutoğlu, "Avrupa'da hangi büyük başkentte veya metropol şehirde bir gösteri dolayısıyla şehrin en büyük meydanı 18 gün normal akışına kapatılır" ifadesini kullandı. Davutoğlu, şöyle devam etti:

 

"1 Haziran günü, aynı gün, Frankfurt'ta Blockupy gösterilerinde polis hem biber gazı kullanıyordu hem tazyikli su kullanıyordu. Yüzlerce göstericiyi gözaltına alıp uzun süre kontrol altında tutmuştu saatlerce.

 Tek gerekçe vardı. Yüzleri kapalıydı. Peki Türkiye'de uzun saatler verilen yayınlarda göstericilerin yüzleri açık mıydı?"

 

Davutoğlu, "Avrupa başkentlerinde bu kadar yaygın gösteriler olduğunda biz dönüp şunu dedik mi onların dediği gibi, 'İki Türkiye var ve meydanda iki Türkiye çatışıyor'. Hiçbir dışişleri bakanı benim ülkem hakkında böyle konuşamaz. Türkiye'de tek Türkiye var" diye konuştu.

 

"Saldırıya uğrayan başörtülü hanım, benim çok yakın bir öğrencimin eşidir"

 

Bir gazetenin, hatta CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun başörtülü bir kadına olaylar sırasında yapılan saldırının doğru olmadığını dile getirdiğini hatırlatan Davutoğlu, konuyla ilgili şunları anlattı:

 

"O saldırıya uğrayan başörtülü hanım, benim çok yakın bir öğrencimin eşidir. 

Olayın olduğu gün kendisiyle konuştum. Cezayir'deydim, bizzat aradım. Kayınpederi üniversite arkadaşımdır. Ortada bir fiili vaka var, bu bilinsin diye söylüyorum. Babası üniversite arkadaşımdır, aynı dönemlerde okuduk. Oğlu benim talebemdir. Eşi benim de gelinim sayılır. Ben bunu birinci ağızdan dinledim. Twitter'da bu çıkınca ben şüphe ettim ve dedim ki 'birileri provokasyon yapıp kitlesel karşıtlığa mı yol açmak istiyor' ve bizzat aradım."

 

Ailenin bir fitneye sebebiyet vermemek için kendisinden bile olayı saklamak istediğini kaydeden Davutoğlu, "Biz bunu Başbakanımız da duymasına rağmen toplumsal tepki doğmasın diye günlerce dile getirmedik. Böyle bir acıyı, bir hanıma yapılabilecek en büyük hakareti siz neredeyse mazur göreksiniz. Ben günlerdir infial içindeyim. Günlerce bu infiali de içimizde taşıdık. Şimdi bu bir özgürlük kullanımı mı?" değerlendirmesinde bulundu.

 

"Kimse 'iki Brezilya var' demiyor"

 

Davutoğlu, Brezilya'da da benzer olayların yaşandığını hatırlatarak, "Kimse 'iki Brezilya var' demiyor. Kimse 'Brezilya'nın geleceğinden kaygılıyız' demiyor. Kimse Brezilya hükümetine 'gidin onlarla diyalog kurun' gibi yukarıdan bir dille çağrıda bulunmuyor" diye konuştu.

 

Davutoğlu, Avrupalı kimi siyasetçiler ve Avrupa Parlamentosu'nda bulunanların çoğunun 1990'lı yılların Türkiyesi'ni tanıyarak bir Türkiye algısı geliştirdiklerini, son 10 yılda Türkiye'de yaşanan başarıların onlar için abnormalite olduğunu söyledi. Davutoğlu, "Son 15 gün içinde bunlar rahatladı. Niye biliyor musunuz? Eskiden huzursuzluk vardı. Kendi içlerdinde bir Türkiye algısı vardı. Var olan Türkiye realitesi bu algıyla örtüşmüyordu. Var olan Türkiye realitesini hep bastırıyorladı. 15 günde yaşananlar onları rahatlattı. Eski algılarını tekrar inşa edebildiklerini düşündüler, gördüler" dedi.

 

"Bu bir tecrübe, analiz edeceğiz"

 

Olaylardan önce bazı provokatif şeyler beklediklerini kaydeden Davutoğlu, son günlerde yaşananların değerlendirildiğini ancak bu tür olayların bir plan dahilinde meydana gelmesini hesap etmenin kolay olmadığını söyledi.

Davutoğlu, "Bu bir tecrübe. Biz de hükümet olarak, devlet aklı olarak bunları analiz edeceğiz. Aramızda da konuşuluyor. Anatomi gibi incelemeye çalışıyoruz" ifadesini kullandı.

 

Bild gazetesindeki karikatür

 

Alman Bild gazetesinde yayımlanan bir karikatüre atıf yapan Davutoğlu, karikatürde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Hitler gibi, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ve kendisinin de onun yanında SS subayları gibi gösterildiğini aktardı.

 

Davutoğlu, "Bunu bir Alman gazetesi yapıyor. 1,5 sene önce ben gidip Almanya'da yetkililere Neonazi cinayetleri dolayısıyla hesap soran bir Dışişleri Bakanıyım.

 

 Aklıma bu geliyor. Bir rövanş mı? 

 

Bana Nazi benzetmesi yapılacak, her türlü ırkçılığa karşı sesini yükseltmiş bir Başbakana Hitler benzetmesi 

 

yapılacak. 

 

Burada bir algı oluşturuluyor" değerlendirmesinde bulundu.

 

Duran adam eylemi

 

Taksim Meydanı'ndaki

 

 "duran adam"

 

 eylemine de değinen Davutoğlu, kitapsever birisi olarak meydanda eylemcilerin durup kitap okumasına 

 

karşılık polislerin de kitap okumasının hoşuna gittiğini söyledi. 

 

"Karşılıklı kitap okumalarında hiçbir beis yok" 

 

diyen Davutoğlu, eylemin sürdürülebilir olmadığına işaret etti.

 

Davutoğlu, Taoizm'de yer alan ve hareketin var olan dinginliği bozacağına dayanan 

 

"Wu Wei" 

 

prensibine atıf yaparak, "Ruh dinginliğini bulayım anlayışıyla yapıyorlarsa felsefe olarak hoşlanabilirim" dedi.

 

 Davutoğlu, durmak ile anlamak arasında kelime olarak birçok dilde bağ bulunduğunu anlatarak, 

 

"İnşallah durur ve düşünürler. 

 

Durduklarında ümit ederim ki anlamaya da başlarlar"

 

 ifadesini kullandı.


Elektronik paraya yeni düzenleme geliyor 19 Haziran 2013 23:57 TBMM TBMM Genel Kurulu'nda elektronik paraya yeni düzenleme getiren tasarının 5 maddesi kabul edildi

Elektronik paraya yeni düzenleme geliyor

19 Haziran 2013 23:57 TBMM 

TBMM Genel Kurulu'nda elektronik paraya 

yeni düzenleme getiren tasarının 5 maddesi 

kabul edildi.

TBMM Genel Kurulu'nda elektronik paraya 

yeni düzenleme getiren Ödeme ve Menkul 

Kıymet Mutabakat Sistemleri, Ödeme 

Hizmetleri ve Elektronik Para Kuruluşları 

Hakkında Kanun Tasarısının 5 maddesi kabul 

edildi.

TBMM Başkanvekili Mehmet Sağlam, 

tasarının 5 maddesinin kabul edilmesinin 

ardından, yarın saat 14.00'te toplanmak üzere birleşimi kapattı.


20 Haziran 2013 00:01 MERSİN 17. Akdeniz Oyunları'nda mücadele eden Türkiye Milli Futbol Takımı, A Grubu'ndaki ilk maçında Arnavutluk'u 2-0 yendi

Futbolda ilk maçta galibiyet

20 Haziran 2013 00:01 MERSİN 

17. Akdeniz Oyunları'nda mücadele eden Türkiye Milli Futbol Takımı, A Grubu'ndaki ilk maçında Arnavutluk'u 2-0 yendi.


17. Akdeniz Oyunları'nda mücadele eden Türkiye Milli Futbol Takımı, A Grubu'ndaki ilk maçında Arnavutluk'u 2-0 yendi.

İlk dakikaları orta alan mücadelesi şeklinde geçen karşılaşmada oyuna ağırlığını koyan ay-yıldızlılar, 5. dakikadan sonra sol kanatta Okan Aydın, Recep Niyaz ve Berk İsmail Ünsal'ın uyumlu görüntüsüyle etkili ataklar geliştirdi. Karşılaşmanın 10. dakikasında Berk İsmail'in ara pasına hareketlenen Recep'in, son çizgiye inerek ortaladığı top, Okan'ın plase vuruşuyla ağlarla buluştu ve Türkiye, 1-0 öne geçti. Bu dakikadan sonra daha atak oynamaya çalışan Arnavutluk hücumlarını başarıyla savunan milliler, maçın kontrolünü elinden bırakmadı ve ilk yarıyı 1-0 önde kapattı.

Dengeli geçen ikinci yarıda, iki takım da karşılıklı ataklar geliştirdi. Uzun süre gol sesi çıkmayan maçta, Türkiye adına gelişen ani atağı 86. dakikada şık bir vuruşla sonuçlandıran Gökhan Sazdağı, farkı 2'ye çıkaran golü kaydetti. Bu dakikadan sonra kontra ataklarla kurduğu baskıyla gol arayan Arnavutluk, istediğini alamadı ve maç Türkiye'nin 2-0'lık üstünlüğüyle sonuçlandı.

Bakan Kılıç da maçı izledi

Milli takımın ilk maçını, Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç da izledi.

Mücadelenin ikinci yarısında Tevfik Sırrı Gür Stadı'na gelen Bakan Kılıç, beraberindekilerle karşılaşmayı takip etti.

Öte yandan Mersinliler, ay-yıldızlıların mücadelesine ilgi göstermedi. Bilet fiyatı 5 lira olarak belirlenen mücadeleyi yaklaşık bin kadar seyirci takip etti.

İlk maçların ardından Türkiye, A Grubu'nda averajla, Fas'ın ardından ikinci sırayı aldı. 


19 Haziran 2013 23:44 İSTANBUL Gezi Parkı olayları kapsamında tutuklanmaları istemiyle mahkemeye sevk edilen, aralarında "Çarşı" üyelerinin de bulunduğu 5 şüpheliden 2'si tutuklandı

İstanbul'da olaylar kapsamında 2 kişi tutuklandı

19 Haziran 2013 23:44 İSTANBUL 

Gezi Parkı olayları kapsamında tutuklanmaları istemiyle mahkemeye sevk edilen, aralarında "Çarşı" üyelerinin de bulunduğu 5 şüpheliden 2'si tutuklandı.

Gezi Parkı olayları kapsamında tutuklanmaları istemiyle mahkemeye sevk edilen, aralarında Beşiktaş'ın taraftar gruplarından "Çarşı" üyelerinin de bulunduğu 5 şüpheliden 2'si tutuklanırken, 3'ü adli kontrol tedbirleri uygulanarak serbest bırakıldı.

Nöbetçi 2 no'lu hakimlikçe sorguları yapılan 5 şüpheliden Halil İbrahim Erol ve İbrahim Halil Turan'ın, "6136 sayılı Ateşli Silahlar Kanunu'na muhalefet" suçundan tutuklanmasına karar verildi.

Hakimlik, diğer 3 şüpheliyi ise haklarında adli kontrol tedbirlerinin uygulanmasına karar vererek serbest bıraktı. Hakimlik, bu 3 şüphelinin adli kontrol tedbirleri kapsamında 50'şer bin lira kefalet ödemesine, haklarında yurt dışına çıkış yasağı konulmasına ve her hafta karakola giderek imza atmalarına karar verdi.

Bu arada hakimlik, savcılığın diğer 7 şüpheli hakkında adli kontrol tedbirleri uygulanması talebini de kabul etti. Bu şüpheliler hakkında yurt dışına çıkış yasağı konuldu.

İstanbul Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğünde gözaltında tutulan ve bugün adliyeye getirilen 20 şüphelinin, Terörle Mücadele Kanunu'nun (TMK) 10. maddesiyle görevli cumhuriyet savcıları tarafından ifadeleri alınmıştı.

Savcılık,  aralarında Beşiktaş taraftar grubu "Çarşı" üyelerinin de bulunduğu 5 şüpheliyi tutuklanmaları istemiyle TMK 10. maddeyle görevli nöbetçi hakimliğe sevk etmişti. 7 şüpheliyi de adli kontrol tedbiri uygulanması talebiyle hakimliğe sevk eden savcılık, 8 kişinin de serbest bırakılmasına karar vermişti. 

Gezi Parkı olayları kapsamında düzenlenen operasyonda, aralarında Çarşı grubu üyelerinin de yer aldığı 17 kişi 16 Haziran Pazar günü, 3 kişi de dün gözaltına alınmıştı.

PembePanter'den unutulmuş muhteşem mükemmel film Being There 1979 Peter Sellers, Shirley MacLaine Chance Bir Yerde Orada olmak Merhaba dünya

 Bir mason üsdât'ın mâlikanesinde dünyadan soyutlanmış hayat süren insan'ın Dünya'ya Merhaba demesini anlatıyor; Pembe Panter


Being There  1979 Chance Bir Yerde Orada olmak  Merhaba dünya

 

Cannes Film Festival
Berlin International Film Festival


130 min DramaComedyJanuary 1984Turkey


 Chance, a simple gardener, has never left the estate until his employer dies. His simple TV-informed utterances are mistaken for profundity.


http://www.imdb.com/title/tt0078841/releaseinfo?ref_=tt_ov_inf


Director:Hal Ashby
Writers:Jerzy Kosinski (novel), Jerzy Kosinski (screenplay)
Stars:Peter Sellers, Shirley MacLaine, Melvyn Douglas

Chance, kendisini bildi bileli yanında yaşadığı yaşlı adamın ( mason üstadı ) evinde bahçıvanlık yaparak 

 

büyümüş ve hayatında bir kez olsun sokağa çıkmamıştır.

 

 Bütün hayatı bahçede bakımını yapıp büyüttüğü çiçeklerden ve televizyondan ibaret olan Chance, yaşlı adam bir gün ölünce ortada kalır. 

 

Çünkü ev artık satılacaktır.

Kendi varlığının haricinde yaşadığına dair hiçbir kanıt olmayan Chance, avukatlara yıllardır yaşlı adamın yanında kaldığını kabul ettiremez. 

 

Nüfus kağıdı bile yoktur.

 

 Kendini birden sokaklarda bulunca yıllardır görüp bilmediği hayatın rutinleri ile tanışır.

 

 İlk defa sokaklarda yürür, arabaya biner...

 

 Ve birden şansı hiç tahmin etmediği bir yerde dönüverir.

Saf ve hayatı hiç tanımayan bir adamın toplum içine karışmasının trajikomik hikayesini anlatan Being There, 

 

Peter Sellers’ın muhteşem performansına tanık olmak isteyenlerin kesinlikle kaçırmamaları gereken bir Hal 

 

Ashby çalışması.


                  Afiş'deki sahneyi gördügünüzde 

                              shock

   olacaksınız 

                                 amaaan

       dilinizi 

                yutmayın ;) :)


Tv de ilk defa TV Türkçe altyazılı olarak izleyin pembe panter

Brezilya'da gösteriler devam ediyor 19 Haziran 2013 21:33 FORTALEZA Brezilya'nın kuzeydoğusundaki Fortaleza kentinde, hükümet politikalarını protesto eden göstericilerle güvenlik güçleri arasında arbede çıktı

Brezilya'da gösteriler devam ediyor

19 Haziran 2013 21:33 FORTALEZA

Brezilya'nın kuzeydoğusundaki Fortaleza kentinde, hükümet politikalarını protesto eden göstericilerle güvenlik güçleri arasında arbede çıktı.


 Brezilya'nın kuzeydoğusundaki Fortaleza kentinde, hükümet politikalarını protesto eden göstericilerle güvenlik güçleri arasında arbede çıktı. 

Güvenlik güçleri, Konfederasyonlar Kupası'nda Brezilya-Meksika maçının oynanacağı Castelao Stadyumu'na girmeye çalışan göstericileri dağıtmak için göz yaşartıcı gaz kullandı. 

Göstericiler, bir polis aracını ateşe verirken,  çatışmalarda en az 4 polis ile bir göstericinin yaralandığı öğrenildi. 

Güvenlik güçleri, göstericilerin girişini engellemek için stadyum çevresine barikat kurdu. 

Hükümet politikalarını eleştiren ve kamu hizmetlerinin iyileştirilmesini talep eden gruplar tarafından düzenlenen gösteriye 15 binden fazla kişinin katıldığı sanılıyor. 

Brezilya'da metro ve otobüs biletlerine yapılan zammı protesto etmek için geçen hafta başlatılan gösteriler, kısa sürede kitlesel bir eyleme dönüşmüş ve ülke geneline yayılmıştı. On binlerce kişi, ülke nüfusunun büyük bir kısmı yoksulluk sınırının altında yaşam mücadelesi verirken, futbol turnuvalarına binlerce dolar harcanmasını ve hayat pahalılığını protesto etmek için başta Sao Paulo olmak üzere, Rio de Janeiro, Salvador, Curitiba, Belem ve başkent Brasilia'da sokaklara dökülmüştü. 


19 Haziran 2013 22:58 TİRAN Arnavutluk'un başkenti Tiran'da, YeniArnavutluk Hareketi Partisi'nce (PLSHR) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a destek mitingi düzenlendi

Arnavutluk’ta Erdoğan’a destek mitingi

19 Haziran 2013 22:58 TİRAN 

 

Arnavutluk'un başkenti Tiran'da, YeniArnavutluk Hareketi Partisi'nce (PLSHR) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a destek mitingi düzenlendi.


 Arnavutluk'un başkenti Tiran'da, YeniArnavutluk Hareketi Partisi'nce (PLSHR) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a destek mitingi düzenlendi.

 

PLSHR Genel Başkanı Edmond Vlashaj, ''Erdoğan Seninleyiz'' sloganıyla, Şehitler Bulvarı'nda düzenlenen ve çok sayıda Arnavut ile Tiran'da yaşayan Türkler'in katıldığı mitingde yaptığı konuşmada, bugünkü mitingeArnavutluk başta olmak üzere diğer Balkan ülkelerinden de Türkiye dostlarının katıldığını söyledi.

''Hedefimiz, adalet ve gelişmeye hizmet etmektir. Adalet ve gelişme yolunda kimse bize engel olamaz. Bunu, tüm dünyaya göstermek amacıyla burada toplandık'' diyen Vlashaj, ''Bu yolda, öğretmenimiz ve liderimiz Erdoğan'dır. Arnavutlar lider Erdoğan ile birliktedir'' dedi.

Bazı medya kuruluşlarının, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı ve Türkiye'nin prestijini yıkmayı amaçlayan yanlı ve uydurma bilgiler yayınladıklarını söyleyen Vlashaj, ''Türkiye, dünya genelindeki birçok ülke için adalet ve gelişme örneğidir. Biz, Türkiye'den gelen haberlerinArnavutluk medyasında doğru yayınlanmasını istiyoruz. Kamuoyu, tek taraflı haberlerle kandırılmamalıdır'' diye konuştu.

Vlashaj, Türkiye'nin bölgenin ve dünyanın en hızlı gelişen ülkesi olduğunu vurgulayarak, şunları kaydetti:

''Türkiye'nin rakipleri, Türkiye'ye zarar vermek için ellerinden geleni yapacaklardır. Ancak Türk ve Arnavut halkları, bu zorluğu aşmak için her zamanki gibi birlik içinde olacaktır. Çanakkale Savaşları'na katılmak için, 1915 yılında binlerce Arnavut Türkiye'nin ve Mustafa Kemal Atatürk'ün desteğine gitmişti. Türk ordusu, 1999 yılında Kosova'nın kurtuluşuna büyük destek verdi. Tıpkı geçmişte olduğu gibi, bugün de kardeşimiz Recep Tayyip Erdoğan'ın ve Türk halkının yanındayız.''

Konuşmasının sonunda, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a ve AK Parti'ye teşekkürlerini sunan Vlashaj, konuşmasını şöyle tamamladı:

''İnsanlara hizmeti, bizim için ilham veren bir kaynağa dönüştüren Erdoğan'a bugün ve her gün desteğimiz vardır ve olmaya da devam edecektir. Arnavutluk, Kosova, Karadağ, Makedonya veya Türkiye'de, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Erdoğan tüm Arnavut ulusunun desteğine sahiptir. Erdoğan, ihtiyaç duydukları her an Arnavutlar'ın yanında olmuştu, onlara yardım etmişti. Biz de lider Erdoğan'a şükranlarımızı sunuyoruz. Erdoğan'a destek vererek, kendimizi ve ailelerimizi ekonomik ve toplumsal uçurumlardan savunuyoruz. Lider Erdoğan, Arnavutlar her zaman yanındadır.''

Mitinge katılanların, üzerinde Arnavutça ''Erdoğan Seninleyiz'' yazılı yazılı dövizler taşıdığı görüldü.

PLSHR, 23 Haziran'da yapılacak genel seçimlerde, Demokratik Parti Genel Başkanı ve Başbakan Sali Berişa liderliğinde kurulan ''İş, Refah ve Entegrasyon'' isimli sağ koalisyonda yer alıyor. İki yıl önce kurulan PLSHR,Arnavutluk'un kalkınması için kendilerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı örnek aldıklarını açıklamıştı.

Türkiye'de muhalefet ve sol namuslu olmayı öğrenmeli diye yazan Halil Berktay, eylemcilere tepkili: Bıktım artık

Halil Berktay'dan enine boyuna Gezi analizi

 

 Türkiye'de muhalefet ve sol namuslu 

olmayı öğrenmeli diye yazan Halil 

Berktay, eylemcilere tepkili:

 Bıktım artık... 

 

 Daha önce 1977 yılında yaşanan 1 Mayıs olaylarıyla ilgili 'Solcuların iç hesaplaşması nedeniyle katliam çıktı' 

diyen Halil Berktay şimdi de Gezi olaylarını yorumladı.

SOL ADINA SÖYLENEN YALANLARDAN BIKTIM
Nişantaşı Valikonağı civarında oturan Berktay, polisle çatışan eylemcileri yazdı. 16 Haziran'da yapılan protestoları ve polis müdahalelerini anbean takip eden Berktay, 'Ben bıktım artık. Bir solcu ve bir demokrat olarak, on yıllardır sol adına söylenen yalanlardan bıktım. "Kol kırılır yen içinde" anlayışından bıktım. Bütün oportünist faydacılıklardan bıktım. ' diye yazdı.

İŞTE BERKTAY'IN O YAZISINDAN ÖNE ÇIKAN BAŞLIKLAR
Gözlemlerimi net özetleyeyim.

(1) Polisin bütün mevzilenişi, kimseyi Nişantaşı kavşağının ötesine geçirmemek, Taksim'e ilerlemelerine olanak vermemek üzerineydi.

(2) Polisin, protestocuların fazla ilerlemesini önlemek için zaman zaman gaz fişeği atmak dışında bir güç kullanmama talimatı aldığı çok açıktı ve nitekim öyle de davrandılar. Benim görüş alanım dahilinde, cop kullanmadılar, kimseye başka şekilde de vurmadılar, kimseyi gözaltına almadılar. Hatta yan sokaklardan birisi üzerlerine yürüdüğü ve küfrederek itip vurmaya kalkıştığında bile, sadece geri itmekle yetindiler; hiçbir karşılık vermediler. Oysa o kişinin yaptıkları (veya karşı apartımandan bir hanımın ettiği, kızımı "baba, Nişantaşı'nda Atatürkçü olmayan herhalde bir tek biz varız" demeye sevkeden küfürler) derhal
tutuklanmalarına yeterdi de artardı bile.

(3) Ben Gezi Parkı direnişinin başından değil, ilk haftasından da değil, bugününden, 15-16 Haziran'ından bahsediyorum.

POLİSE YAPILAN AÇIK VE ÇİRKİN TAHRİK
(...)Arkaya doğru iki saf halinde dizilip, elden ele kaldırım onarımı için getirilmiş taşları da geçirerek barikata rastgele yığıyorlardı. Bu derme çatma siperin ardında durmuş, hep aynı 5-6 kişilik, baretli ve gaz maskeli grup, sapanlarıyla bilye atmaya ve aynı zamanda, "hepiniz o.... çocuğusunuz" ve "gelin de hepinizin a...'nı s...lim" gibi şeyler bağırmaya başladılar. Zaten bu noktada cinsel küfürlerden başka slogan kalmamış gibiydi. Dahası, hep aynı 25-20 kişilik "lider" veya "militan" grubunun mensupları, zaman zaman cadde üzerinde polise doğru yürüyerek kollarını açıyor, "gel, gel" diye bağırırken elleriyle de aynı şekilde "gel, gel" işareti yapıyor, ya da daha müstehcen el-kol hareketlerine başvuruyordu. Hemen her şey, polisi kızdırıp saldırtmak üzerine kuruluydu.

BİRİLERİ CUMHURİYET TARİHİNİN EN KİTLESEL EYLEMİDİR DEYİP DURSUN
BU ÖLÇÜLER İÇİNDE, aşikâr olan, bütün saldırganlık ve şiddet insiyatifinin eylemcilerden geldiğiydi. 

Artık Taksim'e ulaşmak ve tekrar işgal etmek diye bir umutları da yoktu; sadece ve sadece, nerede ve ne ölçüde olursa olsun polisle çatışmak istiyorlardı. Belki bir kısmı için bu, AKP'yi devirmek gibi bir hedefe bağlıydı; bir kısmı içinse, kendini (1848 veya 1870-71 misali) "barikatlardaki bir özgürlük savaşçısı" gibi hissetme arzusundan kaynaklanıyordu. Ama ortada somut, anlamlı ve ulaşılabilir hiçbir siyasi hedefin kalmadığı ve eylem için eylem, çatışmak için çatışmak arzusunun öne çıktığı son derece belirgindi. İsteyen, "bu Cumhuriyet tarihin en kitlesel eylemidir" diye yazıp dursun. Belki gerçek olan, bu gençlerin kendilerini öyle bir "tarihsel ân ve aksiyon" içinde hissetme özlemidir. Elle tutulur olan şu ki, sokağa yalnızca hırslanmış bir öfke ve nefret ile belki bir kahramanlık ve macera hissi hükmediyordu.

KOL KIRILIR YEN İÇİNDE KALIR ANLAYIŞINDAN BIKTIM
Biliyorum ki bunları çıkıp söylemem ve yazmam, şimdi gene bir tepki dalgasına yol açacaktır. Aldırmıyorum. Ben bıktım artık. Bir solcu ve bir demokrat olarak, on yıllardır sol adına söylenen yalanlardan bıktım. "Kol kırılır yen içinde" anlayışından bıktım. Bütün oportünist faydacılıklardan bıktım. Geçmişte ve bugün, benim kendi kuşağımda ve şimdi kuşaklarda, maksimalist boyölçüşmeci, saldırgan ve şiddet kullanan kesimlere "masum gençlerdir" veya "barışçıl protestoculardır" veya "meşru savunma halindedirler" diye kol kanat germekten bıktım -- vakti zamanında bana ve bizlere kol kanat gerilmiş olmasından da, şimdi başka gençlere kol kanat germeye çağrılıyor olmaktan da bıktım ve utanıyorum. Günlerdir okuduğum "polisin inanılmaz vahşi saldırıları" teranelerinin (ki yok böyle bir şey; polis kullanabileceği şiddetin belki en fazla yüzde 10-15'ini kullanıyor) yanı sıra, eylemcilerin şiddetinden zerrece bahsedilmemesinden bıktım ve utanıyorum. Sürekli kriz ve sürekli çatışma mantığıyla her türlü şiddeti davet edenlerin, sonra da "anne polis beni dövdü" havasıyla himaye aramasından (ve bazılarının da solculuk gereği veya iktidar düşmanlığı gereği onlara bu himayeyi sunmasından) da bıktım ve utanıyorum.

TÜRKİYE'DE MUHALEFET VE SOL NAMUSLU OLMADIĞI SÜRECE..
Ben bu satırları yazarken Başbakan Erdoğan da Kazlıçeşme'de hep aynı kibir ve nobranlığıyla konuşmuş; üstelik MHP'yi (veya tabanını) da yanına almış;

bir çeşit fiilî Milliyetçi Cephe oluşturmuş. Yapar, yapmıştır.

 Tek el şaklamaz. 

Kim itti onu o noktaya?

 Krizi Erdoğan başlattı; ikinci hafta boyunca sürdüren ve hele 15 Haziran Pazar sabahından itibaren bu kutuplaşmayı özellikle davet eden de, ister "sol" deyin, ister Taksim Dayanışması, ister protestocular-eylemciler, işte onlar oldu. Hükümet demokrat olsun; peki. Ya muhalefet? 

Acı olan şu ki, Türkiye'de önce muhalefet (ve sol) demokrat olmayı ve dürüst olmayı ve namuslu olmayı öğrenmedikçe, iktidarı ve bütün toplumu demokratlaştıramaz. 

 

Halil Berktay

  

 

 

 

Eric Hobsbawm ve Komünizm Romansı  

Tony Judt

İki büyük tarihçiyi birlikte anmak

Giriş

Eric Hobsbawm’ın Interesting Times (Tuhaf Zamanlar) otobiyografisi 2004’te yayınlanırken, onunla aşağı yukarı aynı sırada, The New York Review of Books’un Kasım 2003 sayısında, Tony Judt’ın bugün ve yarın bu sayfalarda okuyacağınız kapsamlı bir tanıtma ve eleştiri yazısı çıktı. Judt daha sonra diğerleriyle birlikte bu makalesini de Reappraisals. Reflections on the Forgotten Twentieth Century kitabına aldı ([Yeniden Değerlendirmeler. Unutulmuş Yirminci Yüzyıl Üzerine Düşünceler] Penguin: New York, 2008, 116-128).

Ne kadar zamandır eksiksiz çevirmek istiyordum bu yazıyı. Daha çok Murat Belge, biraz da Nabi Yağcı ile olan bölük pörçük sosyalizm tartışmalarımız açısından büyük, hattâ tâyin edici önem taşıdığı kanısındaydım ve gene de kanısındayım. Kendi köşemde buna bir miktar değindim de. Mazower ve Hobsbawm (14 Ocak 2012); Açılmak, açılmamak; okumak, okumamak (19 Ocak); Judt, Hrant, karmakarışık (21 Ocak) ve Gerçek, arkadaşlıktan önemlidir (25 Ocak) gibi başlıklar altında, Mazower’dan da fazla Judt’ın Hobsbawm’a ve dolayısıyla kendi kendine âşık bir komünizm romantizmine eleştirilerinin haklı ve doğru olduğuna; sosyalizmin bitmişliği ile ayrı bir ekol olarak Marksist tarihçiliğin bitmişliğinin de birbirine paralel seyrettiğine işaret etmeye çalıştım. 1 Mayıs 1977 tartışması daha sonra çıktı ama, Judt’ın burada Komünistliğin iç yalanları (veya partisel yalan) hakkında yazdıklarının, o efsaneyi sürdürme tavrını da canevinden vurduğu kanısındayım.

Tony Judt 2010’da, henüz 63’ünde; Eric Hobsbawm ise daha geçen hafta, 95’inde hayata gözlerini yumdu. Kısmet buymuş, bugüneymiş. Judt öldüğünde ağlamamıştım. Hobsbawm’ın öldüğünü duyunca babam ve kendi hayatımın bir parçası ölmüş gibi oldum; bu yaşımda kendimi tutamayıp hem de epey ağladım. Öte yandan, olanca büyüklüğü içinde Eric Hobsbawm’ı, kendisinden otuz küçük yaş küçük Tony Judt’ın bu eleştirisiyle anmanın, adalet ve hakkaniyete ve tarihin hükmüne uygun olduğu kanısındayım.

En temel bazı noktalar

Geçen hafta 95 yaşında hayata gözlerini yuman Eric Hobsbawm için, iki yıl önce 62 yaşında ölen Tony Judt’ın 2003 sonlarında yazdığı eleştirinin ikinci bölümünü, yer darlığından ötürü orijinalinden bir paragraf eksiğiyle, ayrıca dipnotlarına benim yaptığım ekleme ve genişletmeler de çıkarılmış olarak, bugün bu sayfada bulacak; tamamını ise internette okuyabileceksiniz. Bilvesile, dün yayınlanan kısmı hakkında tek bir noktayı düzeltmek isterim. İki büyük tarihçiyi birlikte anmak, benim giriş notumun başlığıydı. Asıl Judt’ın yazısı ise Eric Hobsbawm ve Komünizm Romansı başlığını taşıyordu. Karışıklık için okurlardan ve herkesten özür dilerim.

Bu son 17,000 vuruş ve 2300 sözcük içindeki sadece birkaç hususun altını çizmek istiyorum. Bizde Stalin terörü denince, hemen sadece 1930’ların Moskova duruşmaları anlaşılır; 1945 sonrasında Sovyet rejimi Doğu Avrupa’ya klonlanırken yaşanan ikinci aşaması, Nazizm yıllarını Moskova’da geçirmemiş herkesten şüphe eden Stalin’in, sırf bir iktidar gösterisi olarak ve dehşet salmak uğruna, başta Macar ve Çekoslovak partileri olmak üzere hemen bütün “millî komünist” önderlikleri (Laszlo Rajk, Rudolf Slansky ve çevrelerini) dilim dilim doğraması, Koestler’e rağmen o kadar iyi bilinen ve konuşulan bir olay değildir. Oysa Judt’ın fevkalâde yakından bildiği ve Postwar’unda da [1945 Sonrası] geniş yer ayırdığı bu olay, sosyalizm tarihi açısından büyük önem taşıyor.

İkincisi, burada ve gene Postwar’da anlattıkları ya da bu konuya ilişkin başka yeni yayınlar karşısında, ben Togliatti’ye ve İtalyan Komünist Partisi’ne eskiden açtığım kredileri de, şahsen geri almak ihtiyacındayım.

Üçüncüsü, Sovyetler Birliği hakkındaki hükmün ağırlığı: İnsanlığa “sıfır katkıda bulundu. Sıfır.” Ben de Judt’la birlikte sormak ihtiyacını duyuyorum: “Olumlu miras” diye herhangi bir şey kaldı mı geriye? Dördüncüsü, komünizmin komünist olmayan kurbanları. Hakikaten, biz kendimizi onlarla mı özdeş tutuyoruz, yoksa onlara hâlâ, kendimizi her nasılsa özdeşleştirmeye devam ettiğimiz bir sosyalizmin “hatâları” perspektifiyle mi bakıyoruz ?

Beşincisi, kutsallık duygusu. Sosyalizm tartışmalarımız sırasında ve şimdi bu yazıyı çevirirken tekrar tekrar da okuyarak, şu soru hep takıldı ve takılıyor aklıma:

Eski komünistlerin sosyalizmi ve komünizmi ahlâkî bir üstünlük, kendi kendilerine bahşettikleri bir kutsallık pâyesi olarak taşımaya ne hakları var?

Eric Hobsbawm ve Komünizm Romansı

Tony Judt

Çeviri: Halil Berktay

Eric Hobsbawm dünyanın en tanınmış tarihçisi. 1994’te yayınlanan Age of Extremes [Aşırılıklar Çağı] Çinceden Çekçeye kadar düzinelerle dile çevrildi. Anıları Yeni Delhi’de çoksatan oldu; Latin Amerika’nın -- özellikle Brezilya gibi -- bazı köşelerinde, kültürel bir halk kahramanı mertebesinde. Ününü fazlasıyla hak ediyor. Uçsuz bucaksız bilgi kıtalarına rahat bir özgüvenle hükmediyor -- Cambridge’te mensup olduğu kolejdeki danışmanı, bir gün bana, Eric Hobsbawm’ın karşısına çıkan ve ders verdiği gelmiş geçmiş en zeki lisans öğrencisi olduğunu söyledikten sonra şöyle devam etmişti: “Tabii, öğrettiğim söylenemez aslında -- öğretmesi mümkün olmayan biriydi. Eric zaten her şeyi biliyordu.”

Hobsbawm sadece başka tarihçilerden daha çok şey bilmekle kalmıyor. Daha da iyi yazıyor üstelik: nisbeten genç bazı İngiliz meslekdaşlarının “teorik” vıdı vıdıcılığına ya da kantarın topuzunu kaçıran narsist belâgat gösterilerine zerrece yer vermeksizin (ve kalabalık lisansüstü araştırmacı gruplarına da itibar etmeksizin -- bütün okumalarını kendisi yapıyor). Üslûbu net ve tertemiz. Bir zamanlar İngiliz Komünist Tarihçiler Grubu’ndan arkadaşı olan E. P. Thompson, Raymond Williams ve Christopher Hill gibi, Hobsbawm da İngiliz nesrinin ustalarından. Okumuş okuyucular için, anlaşılır bir tarih yazıyor.

Otobiyografisinin başları, belki de Hobsbawm’ın yazdığı en güzel sayfalar. Hiç değilse, en yüksek dozda kişisel sayfaları olduğu kesin. Biri Londra’nın East End’inden [şehrin görece aşağı sınıf Doğu Ucu’ndan – ç.n.], diğeri Habsburg Avusturya’sından olan babası ve annesi, Birinci Dünya Savaşı sırasında tarafsız Zürich’de tanışıp evlenmişlerdi. İki çocuklarından büyüğü olan Eric, 1917’de İskenderiye’de doğduysa da, ilk anıları ailenin savaş sonrasında yerleştiği Viyana’da başlıyor. Habsburg-sonrasının yoksul, güdükleşmiş Avusturya’sında, iki yakalarını zar zor bir araya getirmeye çalışıyorlar. Eric on birindeyken, “ya para kazanmak veya ödünç almak uğruna şehirde attığı giderek daha umutsuz turlardan birinden” dönen babası, 1929’un kaskatı donmuş bir Şubat gecesi kapı eşiğine yığılıp ölüyor. Bir yıl geçmeden annesine akciğerlerinden hasta olduğu teşhisi konacak; aylar boyu hastane ve sanatoryumlarda tedavi görecek ama nafile; 1931 Temmuz’unda o da vefat edecek. Oğlu on dördüne yeni girmiş, o sırada.

Eric Berlin’e, teyzelerinden birinin yanına gönderiliyor. Alman demokrasisinin can çekişmesini anlatışı büyülüyor insanı -- “Titanik’teydik ve buzdağına çarpmakta olduğumuzu herkes biliyordu.” Genç Hobsbawm, Weimar Cumhuriyeti’nin umutsuz siyaset girdabına yakalanmış bir Yahudi yetimi. Gittiği lisede (Gymnasium’da) Alman Komünist Partisi’ne (KPD) katılıyor. Stalin’in KPD’ye empoze ettiği, Nazilere değil Sosyal Demokratlara saldırmak biçimindeki bölücü intihar stratejisine birinci elden tanık oluyor. Berlin Komünistlerinin cesur hayalleri ve ümitsiz yürüyüşlerine katılıyor. Ocak 1933’te, kızkardeşini okuldan alıp eve getirirken Hitler’in şansölyeliğe atandığını gazete tezgâhlarından öğreniyor. Viyana’daki çocukluğunun anlatımı gibi Berlin öyküleri de, insanın içine işleyen kişisel anıları ile bir tarihçinin iki savaş arasında Orta Avrupa’da yaşam üzerine düşüncelerini, hiçbir kopukluğa yol açmaksızın birbirine örüyor, iç içe geçiriyor: “Yirminci yüzyılın Orta Avrupa’daki ‘Felâketler Çağı’nı yaşamamış olanlar için, asla sürmesi beklenmeyen bir dünyada, hattâ bir dünya bile denemeyecek, ancak ölmüş bir geçmiş ile henüz doğmamış bir gelecek arasında yer alan geçici bir istasyon diye tarif edilebilecek bir şeyin içinde varolmanın ne demek olduğunu anlamak, kolay olmasa gerek.” Sırf bu ilk yüz sayfa bile, kitabın fiyatına rahatlıkla değer.

Hobsbawm ailesinin çocukları İngiltere’ye gönderiliyor (Britanya pasaportları ve Londra’da akrabaları var). Olağanüstü yetenekli ve yaşına göre çok ileri olan Eric, iki yıl içinde İngilizce öğrenime geçişin üstesinden geliyor ve Cambridge Üniversitesi’nin King’s College’ında tarih okumak için Herkese Açık Burs’lardan birini kazanıyor. İngiliz seçkinler zümresine ömür boyu sürecek yükselişi de orada, lisans sınavlarındaki çarpıcı başarıları ve Apostles’a seçilmesiyle [Havariler - ç.n.] başlıyor (üyelerini kendisi seçerek varlığını sürdüren bu Cambridge “gizli derneği”nin Hobsbawm’dan önceki üyeleri arasında, Wittgenstein, Moore, Whitehead, Russell, Keynes, E. M. Forster ve “Cambridge casusları” Guy Burgess ile Anthony Blunt da yer alıyordu). King’s College’da Hobsbawm’ın çağdaşı olan Noel Annan, lisans öğrenciliği yıllarındaki Hobsbawm’ı “hayret verici derecede olgun, tepeden tırnağa Parti’nin güncel siyaset yorumuyla donanmış, âlim [erudite - ç.n.] olduğu kadar fasih [fluent - ç.n.], akranlarından herhangi biri hangi kıyıda köşede kalmış konuda bir seminer ödevi yazmaya kalkacak olursa olsun, o mesele hakkında bir görüşü olacak kadar donanımlı” diye anlatıyor.

Savaştan sonra, Hobsbawm’ın siyasî görüşleri İngiliz akademik kariyerinin formel basamaklarını birer birer çıkmasını yavaşlattı; eğer Komünist Partisi’ne üye olmasaydı, muhtemelen daha genç bir yaşta seçkin bir kürsü sahibi olurdu. Gene de -- Primitive Rebels’dan [İlkel İsyancılar] The Age of Capital’a [Sermaye Çağı], Industry and Empire’dan [Sanayi ve İmparatorluk] The Invention of Tradition’a [Geleneğin İcadı] -- her yeni kitabıyla ulusal ve uluslar arası ünü büyümeye devam etti. Emekliliğinde, kariyeri şan ve şerefle taçlandırıldı: Her yerde konuşma verdi; yığınla onur doktorası aldı; İngiltere Kraliçesinin Şeref Refakatçileri’nden [Companion of Honor - ç.n.] biri oldu.

Yıllar boyu yaptığı yolculuklar sayesinde Hobsbawm kendini çok ilginç bazı durumlarda buldu: Halk Cephesi’nin doruğunda olduğu Paris’teki 1936 Bastille Günü kutlamaları sırasında, Sosyalist Parti’ye ait bir haber kamerası kamyonunun üstüne çıktı (öyle bir fotoğrafı var, neredeyse yetmiş yıl ötede, ama inanılmaz derecede tanıdık). İspanya İç Savaşı’nın ilk başlarında, kısa süreyle Katalonya’ya geçti. Bir seferinde Havana’da Che Guevara’nın -- irticalen -- tercümanlığını yaptı. Otobiyografisinde, Latin Amerika, İspanya, Fransa ve -- özellikle -- İtalya’daki seyahat ve dostluklarından, zorlama olmayan bir coşkuyla söz ediyor. İngiliz tarihçilerinin -- ve ilk başta aralarında yer aldığı İngiltere tarihçilerinin -- çoğunun aksine, Hobsbawm sadece çok-dilli değil aynı zamanda referans noktaları bakımından içgüdüsel olarak kozmopolit oldu. Anıları, yakın ailesi ve aşkları hakkında insana hoş bir tazelik hissi verecek derecede ketum; buna karşılık kamusal dünyasını meydana getiren erkek ve kadınlarla dolu. Uzun ve verimli bir yirminci yüzyıl yaşantısına tanıklık ediyorlar.

Ama eksik olan bir şey var. Eric Hobsbawm sadece Komünist olmuş değildi -- öylesinden İngiltere’de bile çok var. Altmış [öldüğünde yetmiş – ç.n.] yıl süreyle Komünist kaldı. Britanya’nın küçücük Komünist Parti’sindeki üyeliğinin, ancak Tarih temsil etmiş olduğu dâvâyı kesinlikle gömdükten sonra, kadük olmasına izin verdi. Ve bir ara Komünizmin büyüsüne kapılmış olan hemen bütün diğer aydınlardan farklı olarak Hobsbawm’da hiç pişmanlık belirtisi yok. Hattâ öyle ki, bir yandan Komünizmde somutlanan her şeyin toptan yenilgisini teslim ettiği halde, diğer yandan, 80’inden 90’ına giderken hiç gözünü kırpmadan “Ekim Devrimi’nin rüyası benim içimde bir yerde hâlâ yaşıyor” diyor; bunda israr edebiliyor.

Tahmin edilebileceği gibi, ömrünü adadığı Komünizmden “dönmeme” konusundaki bu tâvizsiz inattır ki kamuoyunda pek çok yoruma konu oluyor. Niçin arkadaşlarınızın büyük çoğunluğu gibi partiden 1956’da, Sovyet tankları Macar ayaklanmalarını ezdiğinde ayrılmadınız, diye soruluyor Hobsbawm’a sayısız mülâkat sırasında. 1968’de Kızıl Ordu Prag’a girdiğinde niçin ayrılmadınız ? Niçin (Hobsbawm’ın son yıllarda birkaç kere öne sürdüğü gibi) eğer sonuç biraz daha iyi olsaydı Stalin döneminin insan hayatları ve acılarıyla ölçülen bedelinin ödemeye değer olmuş olacağına inanmaya devam ediyorsunuz ?

Hobsbawm bu tür bütün sorgulamalara muntazaman ama azıcık bezgin bir tavırla cevap verirken, bazen, insanların Komünist geçmişine bu kadar takması karşısında yukarıdan bakan bir sabırsızlığı da hafifçe hissettirmekten geri durmadı. Ne ki, bu soruya kendisi çanak tutuyor. Kendi anlatımıyla, hayatının büyük bölümünü Komünizme vermiş. Otobiyografisinde o kadar sürükleyici bir şekilde söz ettiği insanların çoğu Komünist. Onyıllar boyu Komünist yayınlar için yazmış ve parti toplantılarına katılmış. Başkaları partiyi terk etmiş ama o kalmış. Sadakatini uzun uzadıya tasvir ediyor, ama hiç açıklamıyor.

Hobsbawm’ın Komünizme bağlılığının Marksizmle pek bir ilgisi yok. Onun için “Marksist bir tarihçi” olmak, “tarihsel” veya yorumlayıcı dediği bir yaklaşımı olmaktan ibaret. Hobsbawm’ın gençliğinde, siyasal olayların anlatımına kıyasla daha geniş açıklamalara yönelmek, ekonomik nedenleri ve toplumsal sonuçları vurgulamak radikal ve ikonoklastik bir tavırdı -- Marc Bloch’un Annales grubu da Fransız tarihçiliğine benzer değişimleri dayatıyordu. Günümüzün historiyografi tablosu öyle ki, bu tür kaygılar aşikâr, hattâ muhafazakâr kaçıyor. Üstelik, New Left Review’daki Gramsci epigonlarından farklı olarak Hobsbawm, Avrupa anakarasına özgü Marksizm-içi tartışmalara ve teori denemelerine de hep tipik bir İngiliz ilgisizliği içinde oldu; eserlerinde bunları hemen hiç yansıtmıyor.

Hobsbawm versiyonunda, bizzat Komünizmi bile belirli bir yere raptetmek hiç kolay değil. Anlatımından, Komünist olmanın nasıl bir his olduğu hemen hiç çıkmıyor. Hemen her yerde olduğu gibi İngiltere’de de Komünistler vakitlerinin büyük bölümünü ajit-prop’la -- parti yayınlarını satmakla, seçimlerde parti adayları için halkla bire bir konuşmakla, gerek hücre toplantılarında gerekse kamuya açık tartışmalarda “genel çizgi”yi yaymakla, toplantı organize etmekle, miting ve gösteri planlamakla, grev kışkırtmakla (veya önlemekle), cephe örgütlerini manipüle etmekle vesaire geçiriyordu. Sıradan, rutin, çoğunlukla sıkıcı ve bıktırıcı işlerdi bunlar; vefa ve görev duygularıyla yapılıyordu. Şimdi aklıma gelen neredeyse istisnasız bütün Komünist ve eski Komünist anılarında bu gibi meseleler çok geniş yer tutar -- kaldı ki, böyle kitapların en ilginç yanı da bunlardır genellikle, çünkü bu rutinler çok zaman alıyordu ve çünkü eninde sonunda bunlar parti hayatının ta kendisiydi.

Ama kendisinin de açık seçik belirttiği gibi, Eric Hobsbawm hiç hoşlanmamış bu tür yerel örgüt çalışmalarından. Bunun tek istisnası, lise öğrenciliği yıllarında SA kahverengi gömleklilerine meydan okumak pahasına 1933 Mart seçimlerinde halkın arasına girip (aslında ölüme mahkûm olan) KPD’ye oy çağrısında bulunmak gibi gerçekten tehlikeli bir işe girmiş olması. Buna karşılık sonraki yıllarda kendini tamamen “akademik veya entellektüel çevreler” içinde çalışmaya hasrettiğini görüyoruz. 1956’dan sonra ise, “Parti’nin, kendi içinde reform yapamadığı için artık ülkede uzun vâdeli bir siyasî geleceği olamayacağına kanaat getiren” Hobsbawm, (bizatihî partiyi değilse de) Komünist aktivizmi bırakıyor. Dolayısıyla anılarından, bir yaşam tarzı ve hattâ bir siyaset tarzı olarak dahi Komünizm hakkında hiçbir şey öğrenemiyoruz.

Ne ki, bir mikro-toplum olarak partiden bu uzaklık, Hobsbawm’ın karakterine son derece uygun. Her ne kadar gene kendisi “o karanlık yılların duygusal yaralarını benim de üzerimde taşıdığıma hiç kuşkum yok diyorsa da, gençlik travmaları ile yetişkin duruşları arasında ne tür bağlantılar olduğuna ilişkin spekülasyon biraz boş kaçar. Ama açık ki Hobsbawm dünya ile arasına hep belirli bir mesafe koymuş; kendi ifadesiyle, “entellektüalizmi[m] ve insanlar âlemiyle pek ilgilenmeyişi[m]” ona trajediler karşısında kalkan olmuş. Bu, Eric Hobsbawm’ın çok iyi bir sohbet arkadaşı olmasını ve bundan keyif almasını engellememiş. Ama galiba belirli bir empati yoksunluğunu açıklıyor: Eski yoldaşlarının ne coşkusu ne de suçları pek etkilemiyor Hobsbawm’ı. Başkaları partiyi umutsuzluk içinde terk etmiş çünkü parti onlara çok şey ifade edegelmiş. Hobsbawm ise partide kalabilmiş çünkü en azından günlük hayatı açısından hemen hiçbir şey fark etmemiş.

Lâkin bambaşka bir açıdan baktığımızda Eric Hobsbawm, kendilerini [dâvâya] çok daha canıgönülden adayan pek çok çağdaşına kıyasla Komünist kalıba çok daha iyi oturuyor. Modern Avrupa Solunun tarihinde, her şeyi içine çekip soğuran birçok mikro-toplum oldu. Sadece İngiltere’de, Büyük Britanya Sosyalist Partisi’ni, Bağımsız İşçi Partisi’ni, Fabiancıları, çeşit çeşit Sosyal Demokrat ve anarşist federasyonları ile tabii Troçkistleri ve sair çağdaş “Eski Mümin”leri sayabiliriz. Ne ki, başka yerlerde olduğu gibi İngiltere’de de Komünist Partisi bütün bunlardan, otorite ilkesiyle, hiyerarşiyi kabullenişle ve düzen tutkusuyla ayrılıyordu.

Eric Hobsbawm kesinlikle bir düzen adamı, kendi ifadesiyle “Tory bir komünist.” Komünist entellektüeller asla “kültürel aykırı”lar [cultural dissidents - ç.n.] olmadılar ve Hobsbawm’ın da sırf kendisi için varolan post-şu veya post-bu “solcu”luğu küçümseyişi uzun bir Leninist soykütüğüne dayanıyor. Ama gene Hobsbawm söz konusu olduğunda, bir başka gelenek de devreye giriyor. Hobsbawm Thatchercılıktan büyük bir horlamayla “aşağı orta sınıf anarşizmi” diye söz ettiğinde, bir çırpıda iki büyük lânetlemeyi birleştiriveriyor: Marksizmin düzensiz, başına buyruk bir kendi kendine düşkünlük haline eskiden beri duyduğu nefret ile, İngiliz yönetici elitinin ilim irfan görmemiş, toplumsal konumu açısından özgüvensiz ama ekonomik bakımdan hırslı kâtip ve satış elemanlarının oluşturduğu, geçmişte Mr. Pooter ve şimdi Essex İnsanı tarafından simgelenen hizmet sınıfına karşı, daha da eskilere giden aşağılama duygusu. Özetle, Eric Hobsbawm bir mandarin, Komünist bir mandarin -- ait olduğu kastın bütün özgüven ve önyargılarını taşıyor.

Bunda şaşılacak bir şey yok: Hobsbawm’ın 1939’da yükselip Apostles grubuna dahil oluşunu anlatırken söylediği gibi, “devrimciler dahi münasip bir geleneğe mensup olmaktan hoşlanırlar.” Gerek üniversitelerde ve gerekse sivil devlet hizmetindeki İngiliz mandarin sınıfı, (uzaktan uzağa da olsa) sık sık Sovyetler Birliği’nin cazibesine kapılıyordu. Orada görüp beğendikleri şey, çok tanıdık bir kalıptı -- işin en doğrusunu bilenlerin toplumu yukarıdan aşağı iyileştirmesi. Özellikle Fabiancılar (Shaw, Wells, karı-koca Webb’ler) Komünizmi böyle anlıyorlardı ve bunda yalnız da değillerdi. Bence Hobsbawm’ın İngiliz tanıtımcılarının, Komünizminin ileri geri eleştirilmesini çoğu zaman biraz hayretle izlemesinin nedeni bu: sadece bir adamın kişisel görüşlerinin didik didik edilmesini kabalık saydıklarından değil; ya da Sovyet Komünizmini çok uzaklardaki (ve çok uzak geçmişteki) başka bazı insanların başına gelmiş olup buraların yerel hayat tecrübesi ve tarihinde hiç yankı bulmayan bir şey gibi düşündüklerinden de değil; insan ruhunun mühendisliğine girişmek ne tür olursa olsun bütün elitlere çekici geldiği için, söz konusu sorgulamayı hafifseyebiliyorlar.

Ama Eric Hobsbawm, sadece (kendi sözleriyle) “resmî İngiliz kültür müessesesi”nin çok kıdemli ve bundan hayli de gurur duyan “bir üyesi” değil; eğer öyle olsaydı, kurumsal bir cesede olan bağlılığını herhalde çoktan rafa kaldırmış olurdu. Hobsbawm aynı zamanda bir romantik. Örneğin, sanayi proleterlerinin ahlâkî ağırlığını ne kadar parlak olursa olsun çok da ikna edici olmayan bir şekilde kırsal eşkiyaya aktararak onları romantize etmiş bulunuyor. Keza, Palmiro Togliatti önderliğindeki İtalyan Komünist Partisi’ni de öyle romantize ediyor ki, yeni açığa çıkan gerçekler karşısında bu, Hobsbawm’ın “hayatta en değer verdiği şeyler veya kişiler hakkında bile kendi kendini aldatmama” vurgusuna pek uymuyor.

Eric Hobsbawm Sovyetler Birliği’ni romantize etmeyi de hâlâ sürdürüyor: “Zaafları ne olursa olsun, bizatihî varlığıyla, sosyalizmin bir hayalden ibaret olmadığını ispatladı.” Bu öyle bir iddia ki, günümüzde ancak çok acı bir ironi niyetine alındığında anlam taşıyabilir; oysa Hobsbawm’ın kastı herhalde bu değil. Dahası, Hobsbawm Komünistlerin o kadar çok övündükleri “sertliği”ni, siyasî gerçekleri güya çok net bir şekilde görmelerini bile romantize ediyor. En hafif deyimiyle bu, Lenin’in, Stalin’in ve tek tek haleflerinden her birinin işlediği felâketli stratejik hatâlar kataloguyla da çelişiyor. Hobsbawm’ın kederli nostaljisi yer yer, Koestler’in Gün Ortasında Karanlık romanındaki Rubaşev’in sözleriyle tuhaf bir benzerlik gösteriyor: “Kırk yılda bir Tarihin önü açılmış ve nihayet insanlığa onurlu bir hayat vaat ederken, şimdi bu da bitmiş bulunuyordu.”

Interesting Times’da [Tuhaf Zamanlar] Hobsbawm, Alman Demokratik Cumhuriyeti konusunda belirgin bir zaafı, yufka yürekliliği olduğunu ortaya koyuyor; birkaç defa, Batı’nın deniz kızlarının çağrısına kapılıp ADC’yi terk eden aydınların belkemiği olmadığını imâ ediyor (“Hararete dayanamayanlar mutfaktan çıkıp gittiler”). ADC’nin döküntü otoritarizmini Weimar Berlin’inin büyüsünden hatırında kalanlar ile karıştırdığını tahmin ediyorum. Bu da bizi, Hobsbawm’ın Komünizme ömür boyu adanmışlığının romantik çekirdeğine: hem tarihin benzersiz bir ânına (Weimar Cumhuriyeti’nin son aylarındaki Berlin’e), hem de bu âna rastlayan uyanık, duyarlı delikanlıya olan sarsılmaz sadakatine götürüyor. Yakın zamanda yapılan bir röportajda aşağı yukarı bunu söyledi zaten: “Hayatımı oluşturan gelenekten ve bu geleneğe ilk katıldığımda ne düşündüğümden kopmak istemedim.”

Anılarında çok net: “Berlin’e 1931 yaz sonunda, dünya ekonomisi çökerken geldim… [Bu] hem yirminci yüzyılın hem de kendi hayatımın şeklini belirleyen tarihî ândı.” Eric Hobsbawm’ın bu ayları anlatışının, yazmış olduğu en yoğun, en yüklü -- hattâ cinsellik yüklü -- sayfalar olması tesadüf değil. Ayrıca, tek duyarlı gözlemci de değildi, neyin söz konusu olduğunu derhal kavrayan. Öğrenim görmekte olduğu Köln’den evine yazdığı mektuplarda, yirmi altı yaşındaki Raymond Aron da Almanya’nın yuvarlanmakta olduğu “uçurum”u betimliyor; o da Titanik’in buz dağına çarptığını ve Avrupa’nın geleceğinin, artık bu belirleyici ândan ne gibi siyasal dersler çıkarılacağına bağlı olduğunu kavrıyordu. Aron’un 1931-1933 arasında Almanya’da gördükleri de, kalan bütün hayatı ve eserlerinin temel ahlâkî ve siyasî referans noktası olacaktı.

Hobsbawm’ın, yirminci yüzyılın karanlık kalbinde yapayalnız yolunu bulmaya çalışan kendi ergenlik haline sadık kalmak konusundaki tâvizsiz kararlılığını takdir etmemek mümkün değil. Öte yandan bu sadakat için yüksek bir bedel ödüyor -- sandığından çok daha yüksek. “Üyesi olmak istemediğim bazı kulüpler var” demişti geçmişte. Kastettiği, eski Komünistler. Ne ki, çağımızın dehşetine ilişkin en iyi anlatımlardan bazılarını, Jorge Semprun, Wolfgang Leonhard, Margarete Buber-Neumann, Claude Roy, Albert Camus, Ignazio Silone, Manès Sperber ve Arthur Koestler gibi eski Komünistler yazdı. Hobsbawm’ın adlarını hiç anmaması dikkat çekici olan Soljenitsin, Sakharov ve Havel’le birlikte,yirminci yüzyılın Okuryazar Aydın Cumhuriyeti’ni bunlar oluşturuyor. Kendini böyle bir topluluktan dışlamakla, üstelik de Eric Hobsbawm gibi biri, sonuçta kendi kendini taşralılaştırmış oluyor.

Bunun yarattığı tahribat, önce ve en aşikâr şekilde kendini yazım tarzında belli etmekte. Hobsbawm ne zaman siyasî bakımdan hassas bir alana girse, derhal üstü kapalı, kılıflı, tahtalaşmış, “Parti-konuş”u andıran bir dile sığınıyor. Örneğin Age of Extremes’de [Aşırılıklar Çağı -- ç.n.], “Diktatörlük olasılığı, tek ve değiştirilmesi imkânsız bir partiye dayalı her rejimde zımnen mevcuttur” diye yazıyor. “Olasılık” ? “Zımnen mevcut” ? Rosa Luxemburg da pekâlâ ona söyleyebilirdi ki, tek ve değiştirilmesi imkânsız bir parti esasen diktatörlüğün ta kendisidir. Anılarında, Komintern’in 1932’de Alman Komünistlerini Sosyalistlere karşı savaşıp Nazileri görmezden gelmeye zorlamasını anlatırken Hobsbawm, “bugün artık bunun… intihar derecesinde aptalca bir politika olduğu kabul ediliyor” diye yazıyor. Bugün mü? Daha o zaman herkes bunu caniyâne bir ahmaklık olarak görüyordu ve öyle görmeye devam etti -- Komünistler dışında herkesi kastediyorum.

Hobsbawm bu gibi meselelerde o kadar nota sağırı ki, Bertolt Brecht’in “Bizden Sonra Doğanlara” şiirindeki şu mide bulandırıcı duyguları hâlâ övgüyle zikredebiliyor: Bizler, ki merhametin temellerini atmak istedik; / Bizim merhamet göstermemiz olanaksızdı. Artık bundan da sonra Hobsbawm’ın, Kruşçev’in 1956’daki ünlü “gizli konuşma”sını “Stalin’in yanlışlarına yönelik hoyrat ve amansız bir suçlama” diye tarif etmesindeki tuhaflığa o kadar şaşmamak gerek. Dikkat edin ki burada “hoyrat” ve “amansız” sıfatları Stalin’in “yanlışları”nı değil, Stalin’in suçlanmasını niteliyor. Wroclaw’dan Vladivostok’a kadar uzanan isimsiz mezarların simgelediği milyonlarca kırık yumurtanın, Komünizm omletine doyamayan Hobsbawm’ın uykularını kaçırmadığı çok açık. Kendi ifadesiyle, Tarih dökülmüş süte ağlamaz.

En fazlası, Komünistlerin Komünistlere yaptığı haksızlıklara hayıflanıyor: Trayko Kostov’un 1949’da Sofya’da yargılanmasının kendisinde uyandırdığı “mutsuzluk hissi”ni hatırlarken, bunu “Stalin’in son yıllarını çirkinleştiren düzmece duruşmaların ilki” diye niteliyor. Değildi oysa. Bizzat Bulgaristan’da bundan önce de bir düzmece duruşma olmuş; Çiftçi Partisi lideri Nikola Petkov Eylül 1947’de yargılanıp idam edilmişti. Ne ki, Petkov’un hiç adını anmıyor. Onun maruz kaldığı adlî infaz Stalin’e leke sürmüş sayılmıyor.

Hobsbawm’ın da yarı yarıya itiraf ettiği gibi, “yirminci yüzyıla ilişkin resmî Parti ve Sovyet görüşlerinin gücü karşısında” belki de kendini ondokuzuncu yüzyılla sınırlaması daha iyi olurmuş. Hâlâ görünmez bir sansürcünün gölgesinde yazmaya devam ettiği izlenimini uyandırıyor. Habsburg dönemine ilişkin bağlantıların, bağımsız Avusturya ile bağımsız Çekoslovakya arasında nasıl 1920’lere kadar sürdüğüne dair anlatımını şöyle noktalıyor: “Sınırlar henüz, savaşın Tuna üzerindeki tramvay hattını tahrip etmesinden sonra olacakları gibi aşılmaz değildi.” Görece genç okuyucular bundan pekâlâ, 1948’den sonra Avusturya’yı ziyaret etmek isteyebilecek Çek ve Slovakları sadece harap bir tramvay hattının engellediği sonucunu çıkarabilir. Hobsbawm başka hiçbir engelden söz etmiyor.

Bunlar uykusu gelen Homer’in kafasının düşmesini andıran basit dalgınlık hatâları veya dikkatsiz kalem kaymaları değil. Yazarın büyük eserlerine duydukları saygı yüzünden bunların etrafından kibarca, ayaklarının ucuna basar gibi dolanan İngiliz yorumcular, aslında eski bir dostlarına çocuk muamelesi çekmiş oluyor. Hobsbawm çok daha iyisine lâyık. François Furet bir zamanlar, Sovyetlerin Macaristan’ı işgalini protesto amacıyla Fransız Komünist Partisi’nden ayrılmasını “hayatımda yaptığım en akıllı şey” diye nitelemişti. Hobsbawm’ın kalmayı tercih etmesi, tarihçilik sezgilerini köreltmiş bulunuyor. Tek tek hatâlarını kolayca kabulleniyor kuşkusuz -- örneğin altmışları küçümsemesini, Avrokomünizmin yetmişlerin ortalarından sonra hızla gerileyip çökeceğini tahmin edememesini, ya da “şimdi biliyorum ki başarısızlığa mahkûmdu” dediği Sovyetler Birliği’ne bağladığı umutların yüksekliğini.

Ne ki, neden bu gibi hatâlara düştüğünü anlamamışa benziyor -- öyle ki, Sovyetler Birliği’nin başarısızlığa “mahkûm” olduğuna ilişkin tâvizi bile, kazanmasının “kaçınılmaz” olduğuna dair eski varsayımın tersyüz edilmesinden ibaret. Her iki halde de, sorumluluk insanlara değil Tarihe ait olmuş oluyor ve bu, eski Komünistlerin rahat uyku uyuyabileceği anlamına geliyor. Geçmişe dönük bu determinizm, Whig Tarihçiliğine diyalektiği eklemekten başka bir şey değil ve diyalektik de, Buchenwald toplama kampında kıdemli bir Komünistin genç Jorge Semprun’a izah ettiği gibi, “daima dört ayak üstüne düşme tekniği ve sanatı” olarak tanımlanıyor. Hobsbawm dört ayak üstüne düşmüş gerçi; ama onun durduğu yerden, dünyanın kalanı baş aşağı duruyora benziyor. 1989’un [Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Doğu Avrupa’nın dönüşümünün -- ç.n.] anlamı bile hayli müphem. “Hür dünya”nın (korkutucu tırnaklar, kendisine ait) Sovyetler Birliği’ne karşı zaferi hakkında bütün söyleyebildiği şu uyarıdan ibaret: “Gelecekte dünyanın, Rosa Luxemburg’un ya sosyalizm ya barbarlık alternatifiyle yüz yüze geldiğinde barbarlığı seçtiğine pişman olması hâlâ mümkündür.”

Ne ki, Kızıl Rosa bu satırları yazalı neredeyse yüz yıl oluyor. Eric Hobsbawm’ın rüyasını gördüğü sosyalizm artık bir seçenek olmaktan çıktı ve bunun sorumluluğunu, çok büyük ölçüde, hayatını adadığı o barbarca diktatörlük çarpıklığı taşıyor. Radikalizm mirasını Komünizm bozdu ve kirletti. Eğer bugün herhangi bir toplumsal ilerleme büyük anlatısının, siyasî bakımdan ikna edici bir sosyal adalet projesinin olmadığı bir dünyada yaşıyorsak, bunun nedeni Lenin ve mirasçılarının kuyuyu zehirlemiş olması.

Hobsbawm anılarına coşkulu bir final pasajıyla son veriyor: “Bu tatsız zamanlarda bile silâhsızlanmayalım. Sosyal adaletsizliğe karşı çıkmak ve savaşmak hâlâ gerekli. Dünyanın kendi kendine iyileşmesi olanaksız.” Her bir noktada yerden göğe haklı. Ama yeni yüzyılda iyi şeyler yapabilmek için, işe eskisi hakkında gerçeği söyleyerek başlamamız lâzım. Hobsbawm kötülüğün gözlerinin içine bakmayı ve adını koymayı reddediyor; Stalin’in ve eserlerinin gerek siyasî ve gerekse ahlâkî mirasıyla yüz yüze gelmeyi reddediyor. Eğer gerçekten gelecek nesillere radikal bir bayrak aktarmak istiyorsa, tutacağı yol bu olmamalı.

Sol, aile dolabındaki Komünizm şeytanıyla yüzleşmekten nicedir kaçındı, kaçınıyor. Anti-anti-komünizm diye bir şey var -- 1989 öncesinde soğuk savaşçılara, o günden beri Tarihin Sonu muzafferiyetine yardım ve destek vermekten kaçınma arzusu. İşte bu anti-anti-komünizmdir ki, İşçi ve Sosyal Demokrat akımlarda siyasî düşünceyi onyıllardır kötürüm etti ve bazı çevrelerde hâlâ da ediyor. Ama Arthur Koestler’in Mart 1948’de Carnegie Hall konuşmasında belirttiği gibi, “İnsanların yanlış nedenlerle doğru şeyler söylemesinin önüne geçemezsiniz… Kendini kötü arkadaşlar arasında bulma korkusu, siyasî bakımdan pirüpak olmanın ifadesi değildir; belirli bir özgüven eksikliğini yansıtır.”

Eğer Sol o özgüveni tekrar kazanacak ve diz çöktüğü yerden doğrulacaksa, geçmişe dair teskin edici masallar anlatmaya son vermek zorundayız. Hobsbawm’a olanca saygımla birlikte, kendisi bu fikri ne kadar yüzeysel ve basmakalıp bir şekilde reddederse etsin, yirminci yüzyılın sağ ve sol aşırılıkları arasında “temel bir akrabalık” vardı ve bu, söz konusu tecrübeden geçmiş olanlar için son derece aşikârdır. Milyonlarca iyi niyetli Batılı ilerici, ruhunu gidip bir şark despotuna sattı -- “Şaşırtıcı zırvalık şudur ki,” diyordu Raymond Aron 1950’de, “Avrupa Solu bir piramit yapımcısını Tanrı bellemiş bulunuyor.” Kanun önünde eşitlikten tutun da kamusal hizmetlerden yararlanma hakkına kadar, Sol için önemli olan (ve bugün saldırıya uğrayan) değer ve kurumlar, Komünizme hiçbir şey borçlu değildir. Yetmiş yıllık “gerçekten mevcut Sosyalizm”, insanlığın refahına sıfır katkıda bulundu. Sıfır.

Belki Hobsbawm da anlıyor bunu. Belki, Britanya Komünist Partisi’nin “eviçi tarihçisi” James Klugmann hakkında dediği gibi, [o da] “neyin doğru olduğunu biliyor ama herkesin önünde söylemekten kaçınıyor.” Doğruysa, bu da pek gurur duyulacak bir kitabe olamaz. Yirminci yüzyıl hakkında az çok bir şeyler bilen Evgenia Ginzburg , Moskova’nın Butyrki hapishanesindeki işkence hücrelerinden yükselen çığlıkları, Michelangelo’nun şiirini ezberden tekrar tekrar okuyarak bastırmaya çalıştığını anlatıyor:

Uyku çok tatlı, daha bile tatlı taş kesilmek.

Bu korkunç dehşet ve utanç çağında,

Üç kere mutlu, ne gören ne hisseden.

Öyleyse bırak beni dinleneyim, huzurumu bölme.

Eric Hobsbawm çağımızın doğuştan en yetenekli tarihçisi. Ne ki, olanca huzuru ve dinlenmişliği içinde, her nasılsa çağın dehşet ve utancını uykuda geçirmiş bulunuyor.

1- Interesting Times: A Twentieth-Century Life (New York: Pantheon, 2004). Türkçesi için bkz Tuhaf Zamanlar, çev. Saliha Nilüfer (İletişim Yayınları, 2006). [Orijinal dipnotu genişleten: Halil Berktay.]

2- Noel Annan, Our Age: English Intellectuals Between the World Wars -- A Group Portrait (New York: Random House, 1991), 189. [Başlığın Türkçesi: Çağımız: İki Dünya Savaşı Arasında İngiliz Aydınları -- Bir Grup Portresi. Ekleyen HB.]

3- Örneğin bkz Raphael Samuel, “The Lost World of British Communism (Part I)” [İngiliz Komünizminin Yitik Dünyası, Bölüm I], New Left Review, no 154 (Kasım-Aralık 1985): 3-53. Samuel burada “kuşatma altında bir örgüt[ün]… yabancı etkilerden kendini yalıtmış, dışarıdakilere karşı saldırgan, içeridekiler içinse koruyucu, komple bir toplum görüntüsü[nü korumasının]” enfes bir portresini çiziyor; “gözle görünür, elle tutulur bir kilise,” diyor Samuel -- “kurucu babalarından bu yana kesintisiz bir soy kütüğüyle süre gelen, politikalarımız için kutsal kitaplardan sure ve âyet gösteren, aforoz ettiklerimiz için İlk Hıristiyanların dilini kullanan” bir kilise.

4- Doktrin pirüpaklığı ile siyasî bakımdan esamesi okunmaz olmuşluğun mutlu evliliği sayesinde yüz yıldır ayakta kalan bir partinin iç hayatına ilişkin bir anlatım için, bkz Robert Baltrop, The Monument: The Story of the Socialist Party of Great Britain [Abide: Büyük Britanya Sosyalist Partisi’nin Öyküsü] (Londra: Pluto Press, 1975).

5- Bkz George ve Weedon Grossmith, Diary of a Nobody [Sıradan Birinin Günlüğü] (Londra, 1892). [Ek bilgi: 19. yüzyıl sonlarında Grossmith kardeşler tarafından kaleme alınan bu komik roman, orta yaşlı, aşağı orta sınıftan kâtip Mr. Charles Pooter’ın hayatından on beş aylık bir dilim üzerine kuruludur. Güldürü unsurları Victoria döneminin sosyal kuralları, Mr. Pooter’ın gafları ve kendi kendine şişinmesi, buna karşılık kendi üstlerinden maruz kaldığı aşağılamalardan kaynaklanır. “Essex İnsanı” ise 1990’lar İngiltere’sinin stereotiplerindendir. Margaret Thatcher’a oy veren “ortalama seçmen” anlatan bir yanı vardır. – Halil Berktay.]

6- Nisan 1963’te, yani ölümünden kısa bir süre önce Togliatti, Çekoslovak Komünist Partisi genel sekreteri Antonin Novotny’ye yazdığı mektupta, Aralık 1952’deki Rudolf Slansky dâvâsının kurbanlarının kamuoyu önünde “itibarlarının iade edilmesi”nin ertelenmesi için ricacı oldu. Böyle bir açıklama, diyordu Togliatti, “bize karşı azgın bir kampanyanın tetiklenmesine yol açar, bütün o en aptalca ve provokatif anti-Komünist temaları [i temi più stupidi e provocatori dell’anticommunismo] öne çıkarır ve yaklaşan seçimlerde bize zarar verir.” Bu, Togliatti’nin 1950’lerin başlarındaki düzmece duruşmaları savunmada PCI’nin [İtalyan Komünist Partisi’nin] sorumluluğunu örtük olarak kabullenmesi demekti. Bkz Karel Bartosek, Les Aveux des Archives: Prague-Paris-Prague, 1948-1968 [Arşivlerin Tanıklığı] (Paris: Seuil, 1996), 372, Ek 28. Daha da genel olarak, bkz Elena Aga-Rossi ve Victor Zaslavsky, Togliatti e Stalin: Il PCI e la politica estera staliniana negli archivi di Mosca [Togliatti ve Stalin: Moskova Arşivlerinde İtalyan Komünist Partisi ve Stalinist Dış Politika] (Bologna: Il Mulino, 1997), özellikle 263 vd.

7- Sarah Lyall, “A Communist Life with No Apology” [Özürsüz Bir Komünist Yaşam], New York Times, 23 Ağustos 2003.

8- Bkz benim The Burden of Responsibility: Blum, Camus, Aron, and the French Twentieth Century [Sorumluluğun Yükü: Blum, Camus, Aron ve Fransa’nın Yirminci Yüzyılı] (Chicago: University of Chicago Press, 1998) kitabımda, 137-183: “The Peripheral Insider: Raymond Aron and the Wages of Reason” [İçeride ama Kenarda: Raymond Aron ve Aklın Bedeli] bölümü.

9- Bkz Neal Ascherson, “The Age of Hobsbawm” [Hobsbawm’ın Çağı], The Independent on Sunday, 2 Ekim 1994.

10- Örneğin bkz Jorge Semprun, The Autobiography of Federico Sanchez and the Communist Underground in Spain [Federico Sanchez’in Otobiyografisi ve İspanya’daki Komünist Yeraltı Faaliyeti] (New York: Karz, 1979); ilk yayınlanışı Autobiografia de Federico Sanchez, Barcelona 1977. Wolfgang Leonhard, Child of the Revolution [Devrimin Çocuğu] (New York: Pathfinder Press, 1979); ilk yayınlanışı Die Revolution entlasst ihre Kinder, Köln 1955. Claude Roy, Nous [Biz] (Paris: Gallimard, 1972). Margarete Buber-Neumann, Von Potsdam nach Moskau: Stationen eines Irrweges [Potsdam’dan Moskova’ya: Yanlış Yoldaki İstasyonlar] (Stuttgart: Deutsche Verlags-Anstalt, 1957).

11- Kitabın Sarmal ve Everest yayınevlerinden çıkan Türkçe çevirisiyle karşılaştıracak zamanım olmadığı için okurlardan özür dilerim. -- H.B.

12- Keza, kitabın İletişim’den çıkan Türkçe çevirisiyle karşılaştıracak zamanım olmadığı için de okurlardan özür dilerim. -- H.B.

13- Burada dikkat edilmesi gereken nokta, “Sovyet” ile ”Parti” arasındaki ayırım ki, yerel Komünistlerin Moskova’dakilerden çok farklı olduğunu (ve dolayısıyla Moskova’dakilerin günahlarından sorumlu olmadıklarını) imâ ediyor. Ama Eric Hobsbawm’ın herkesten daha iyi bildiği gibi, bu tam bir palavra. Lenin’in eski Sosyalist Enternasyonal’den kopmasının temel nedeni, bütün devrimci örgütleri Bolşevik modeline uygun ve Moskova’dan talimat alan tek bir birime dönüştürmekti. Lenin’in 1919-1922 yıllarında Avrupa’nın Sosyalist partilerini bölmek için kullandığı, Komintern üyeliğinin ünlü “Yirmi Bir Şart”ının amacı buydu. Tabii Fransız Sosyalist lideri Paul Faure’ye göre, bunların yanı sıra bir de yazılı olmayan Yirmi İkinci Şart söz konusuydu: Bolşevikler işlerine geldiğinde diğer yirmi bir şartı yok sayabilirler.

14- Liberalizmin bir alt-varyantı olarak, insanlık tarihinin sürekli ve tedricî bir şekilde daha fazla aydınlanma, özgürlük ve demokrasiye doğru yol aldığı şeklindeki iyimser-kaçınılmazcı yaklaşım, Herbert Butterfield’in 1931’de icat ettiği bir terimle, Historiyografide “Whig Tarihçiliği” olarak anılır [Halil Berktay].

15- “Mais c’est quoi, la dialectique?” [Peki bu diyalektik nedir ki?] “C’est l’art et la manière de toujours tomber sur ses pattes, mon vieux!” [Dostum, daima dört ayak üstüne düşme tekniği ve sanatıdır!] Jorge Semprun, Quel Beau Dimanche [Ne Güzel Bir Pazar] (Paris: Grasset, 1980), 100.

16-Bir kere daha, kitabın İletişim’den çıkan Türkçe çevirisiyle karşılaştıracak zamanım olmadığı için okurlardan özür dilerim. -- H.B.

17- Arthur Koestler, The Trail of the Dinosaur and Other Essays [Dinozorun İzi ve Diğer Denemeler] (New York: Macmillan, 1955) içinde, “The Seven Deadly Fallacies” [On Ölümcül Mantık Hatâsı], 50.

18- Raymond Aron, Polémiques [Polemikler] (Paris: Gallimard, 1955), 81.

19- (Y)evgenia Ginzburg (1906-1977): Kazan Devlet Üniversitesi’nde Leninizm Tarihi doçenti ve bölüm başkanıyken, 1934’te Kirov’un katlini izleyen Stalinist terör dalgası sırasında tutukladı ve NKVD’nin üç yıl süren baskılarına rağmen, “Parti içinde Troçkist gizli örgüt” vb suçlamaları asla kabullenmedi. 1937’de yedi dakika süren gizli bir duruşmayla mahkûm edilip Sibirya’ya postalandı. Stalin’in ölümünden sonra, 1955’te serbest kaldığı ve itibarı iade edildiğinde, Gulag’da 18 yıl geçirmişti. 1967’de bitirdiği hatıraları, ancak Sovyetler Birliği dışında yayınlanabildi [Halil Berktay].


20-Evgenia Ginzburg, Journey into the Whirlwind [Hortumun Gözüne Yolculuk] (New York: Harcourt Brace Jovanovich, 1967), 162.