BeKoS tv Every Day A Film We are now less then a minute Türkiye'yiz

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Ayna Ayna, Söyle Bana 21 01 2011 Ağustos 13 2013 TT Arena’nın açılışında Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan yuhalanmış, o günlerde de Türkiye tribünlerinden bir Barcelona, bir Livorno tribünü çıkarılmaya çalışılmıştı

Ayna Ayna, Söyle Bana 21 01 2011  Ağustos 13 2013

TT Arena’nın açılışında Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan yuhalanmış, o günlerde de Türkiye tribünlerinden bir Barcelona, bir Livorno tribünü çıkarılmaya çalışılmıştı.




 Bugün de maçlarda yapılması planlanan protestolar üzerinden gündem yine benzeri bir yöne çekiliyor. O dönemde yazdığım aşağıdaki yazıyı hatırlayıp arşivden çıkardım.

Tribünler toplumların aynasıdır derler. Son günlerin artık kabak tadı vermeye başlayan tartışması, TT Arenanın açılışında yapılan yuhalamaların Başbakan Erdoğan’ın protesto edilmesine indirgendiği çarpık gündem, kurucusu, genel yayın yönetmeni ve yazarı olduğu Agos gazetesinin önünde uğradığı kalleş saldırı sonucu katledilen dostumuz, kardeşimiz Hrant Dink için, o günlerin tribünlerinin nasıl bir refleks verdiğini hatırlamama vesile oldu.

 

Ocak 2007. Takvimin yaprakları ayın 19’unu gösterirken, Hrant Dink bir daha geri dönmemek üzere bu dünyadan zorla gönderildi. On binler sokaklara taştı, “Hepimiz Hrant Dink’iz, hepimiz Ermeniyiz” dedi. Halaskargazi onu uğurlamaya gelenlerin dövizleriyle, pankartlarıyla, “Katil 301” haykırışlarıyla dolarken acımız tazeydi. Hoş görüldük, ses çıkarılmadık… Günler geçti, hafta geçmedi, “Ben Ermeni değilim” diye aradan çıkan çatlak sesler gürleşti. Hrant daha toprağa karışmamıştı ama yeterince sabretmişlerdi. “Ne münasebet! Ermeni değiliz. Tövbe haşa! Hepimiz Türküz!” diye azarlandık, suçlandık. Hainliğin kendi kadar çirkinleşen tartışmalar alevlenerek devam ederken, hayat da futbol da kaldığı yerden devam etti. Devre arası verilen liglerde ikinci yarı başladı. Bir kısım futbol düşkünü gibi ben de diğer tribünlerden bir mesaj, bir eylem beklemesem de, “Her şeye karşı” olduğunu söyleyen Çarşı grubunun Hrant Dink’e layık görülen kadere, biçilen kefene gerektiği gibi bir tepki vereceğini, hep yaptıkları gibi yaratıcı bir pankartla şovenizm çamuruna bulanan kamuoyuna İnönü Stadı’nda oturaklı bir “ayar” çekeceğini düşünüyordum. Öyle ya, Çarşı’nın İnönü Stadyumu’nda konuşlandığı Kapalı tribününün ünlü amigosu, tek bir el hareketiyle on binlere kulakları yırtan marşlar söyleten, 19 Mayıslar’a taş çıkartırcasına koskoca adamları senkronize hoplatıp zıplatan Alen Markaryan da Ermeni’ydi. Beşiktaşlı dostlarımız dünyayı kurtardığımız rakı masalarında “Türkiye’de Ermeni meselesinin çözüldüğü tek yer İnönü Stadı’dır” diyerek şakayla karışık her daim gururlanmamışlar mıydı? Yeri geldiğinde “Gün doğdu” şarkılarıyla, yeri geldiğinde “Hepimiz Zenciyiz,” “Hepimiz Eto’yuz” sloganlarıyla desibelleri inleten İnönü Stadı, o gün de haykıracaktı; ırkçılığa, katillere, yıllardır bitmeyen düşmanlığa “Yeter!” diye bağıracaktı. 28 Ocak 2007 Pazar günü geldi, İnönü stadı Manisaspor’la yapılacak mücadele için doldu, maç başladı. Gözlerim önce Kapalı’yı ardından Numaralı’yı taradı, tek bir pankart bulamadı. Kulaklarım Hrant’ın adını duyamadı. Derken Yeni Açık’ta bir pankart açıldı: “Hepimiz Ermeniyiz.” Ve hemen beş metre üstünde, ikinci katın başlangıcında bir başka pankart daha: “Hepimiz Türküz.” Aradan beş dakika belki geçti belki geçmedi, alt sıradaki pankart indirildi, üstteki pankart maç sonuna kadar kalmak üzere tribünlerin demirlerine sıkıca bağlandı. Ve İnönü Stadı’nda Ermeni sorunu denildiği gibi hızla karara bağlandı. Sonuç: Hepimiz Türkmüşüz.

 

Kader bu ya, aynı gün bir başka İnönü Stadı’nda, Hrant Dink’in doğum yeri olan Malatya’da bir başka maç daha vardı, konuk takımsa Elazığspor’du. Ve o gün o İnönü Stadı’nda deplasmana gelen Elazığlılar’ın açtığı bir başka pankartta şu yazıyordu: “Ermeni Malatya.” Arkadaşlarımdan dinlediğime göre, damarlarına basılan Malatyalılar’ın pankart hamlesine karşı atağa kalkmaları çok kısa sürmüştü, ağızlarda tek bir slogan: “PKK dışarı.” Sonuç: 13 yaralı. Yıllardır Diyarbakırspor taraftarına yapılanın aynısı, en taze örneğini geçtiğimiz yıl Bursaspor tribünlerinden izlediğimiz şovenizmin tıpkısı.

 

Bill Shankly, futbolu ve Liverpool’u bana sevdiren İskoçyalı efsane teknik direktör, 1976’da “İnandığım sosyalizm, herkesin herkes için çalıştığı ve günün sonunda başarıyı/ödülü paylaştığı bir sistemdir. Futbolu da hayatı da böyle görürüm,” dediği günden bugüne futbol da dünya da çok değişti; ancak insanoğlu hiç değişmedi. Irkçılığa tepkisini göstermek için bir maça yüzünü siyaha boyayarak çıkan Robbie Fowler, kulübü kuran liman işçileriyle futbol ve adalet dilencileri için belki hala bir ‘ikon’; ancak Beyaz Adam’ın faşizmi, merkeziyetçiliği, zenofobisi, sosyal, kültürel ve dini ayrımcılığı yeşil sahaların gücünü hiç kaybetmeyen iblisi olarak yaşamını sürdürüyor.

 

Futbol ve siyaset, insana dair tüm diğer şeyler gibi her daim etkileşim halinde oldu. “Futbol savaştır,” sözünün sahibi Hollandalı teknik deha, total futbolun babası Rinus Michels’ın başında olduğu Hollanda, Batı Almanya’daki 1988 Avrupa Şampiyonası yarı finalinde Almanya’yı 2-1 yendiğinde Hollanda’da milyonları sokağa döküp bir galibiyeti çılgınca kutlatan, II. Dünya Savaşı’nda Hollanda’yı işgal eden Almanya’yı sahada bozguna uğratmış olmaktı. Maç sonrasında Hollanda sokakları, “1940’ta onlar geldiler, 1988’de biz geldik” diye bağırıyordu.

 

Simon Kuper adı Türkçe’ye “Futbol Asla Sadece Futbol değildir” olarak çevrilen “Football Against The Enemy” kitabında Ermenistan takımı Erivan Ararat’ın 1973’te Sovyet Lig Şampiyonu olduğu gece Erivan sokaklarında bir şarkının söylendiğini anlatır: “Ah Kars, sevgili Kars, ne zaman Ermenistan’a döneceksin.”

 

Yugoslavya dağılmadan önce Dinamo Zagrep-Kızılyıldız maçında Zagreb’in Kötü Mavi Çocuklar’ına saldıran Kızılyıldızlı holiganların, Maksimir Stadı’nı savaş alanına çevirişi, Sırp olduğunu düşündüğü bir polisi tekmeleyerek tartaklanan Dinamo taraftarını kurtaran Hırvat futbolcu Boban’ın milli kahraman ilan edilişi, kendilerine “Kahramanlar” diyen Delije taraftar grubunun, liderleri Arkan önderliğinde ülkeyi yangın yerine çevirecek olan iç savaşın provasını yapışı ve daha sonrasında savaşın esas sebebi olarak gösterilen Kızılyıldız-Hajduk Split maçında yaşananlar zaten siyasete de futbola da ilgisi olanların hafızalarındadır.

 

Dünya tribünlerinde hal böyle iken, Türkiye’de milli takım maçlarının şovenizm dalgasıyla milli dava haline getirilmesi haricinde tribünler siyasete değil, yoğunlukla siyaset tribüne ve futbola karıştı. Futbol bürokrasisinin oluşmaya ve futbolu kurcalamaya başladığı yıllarda üç büyüklerin başkanlarının siyasetçiler olmasından tutun, 80 darbesini yapan paşaların emekli orgeneral Yılmaz Tokatlı’yı federasyon başkanı ataması ya da bizzat Kenan Evren’in emriyle Ankaragücü’nün 1.Lige yükseltilmesine kadar, futbol her daim Türk siyasetinin oyun bahçelerinden biri oldu ve buna karşı çıkacak bir tribün bilinci hiçbir kulübün taraftar gruplarında var olmadı. Üç büyük takım arasından da, esasen bölgesel takımlar olmamaları ve taraftarlarının ülke geneline dağılmış olmaları sebebiyle, “ulusal birlik ve beraberliğe” aykırı hareket eden çıkmadı, aralarındaki rekabet hiçbir zaman siyasi nitelik taşımadı. Hepsi Kurtuluş Savaşı’nda nasıl mücadele ettiğini anlattı, hepsine göre Atatürk kendi takımlarını tuttu. Oysa hiçbiri ne Adnan Menderes’in ne de Deniz Gezmiş’in asılmasına “anarşik” damgasına sebebiyet verecek muhalif bir tepki göstermedi.

 

Bugüne dönersek, “semt takımı” vasfını ön plana çıkaran Beşiktaş kulübünün sözde muhalif grubu Çarşı dahi, ancak yıllar sonra “Deniz Gezmiş ve Che” pankartı açarak kendini farklı bir yerde konumlandırma amacı güttü; ancak bir Anadolu takımını “Sivaslı ayılar İstanbul’da ne arar” diyerek aşağılamaktan geri durmadı, Hrant Dink için ayağa kalkamadı. Fenerbahçeli olduğu için Şükrü Saraçoğlu’nda Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakan olmasını kutlayanları eleştiren aynı grup, benzer şekilde Abdullah Gül’e Beşiktaşlı olması nedeniyle tribünlerinden “Köşk’e Hoşgeldin” demeyi ihmal etmedi. Borç çorbası haline gelen sağcı, solcu, nasyonalist, enternasyonalist gibi kavramların karman çorman edilişine güzel bir örnek olan ve ismindeki “A”yı anarşizmin sembolüyle yazan Çarşı, referandumda “ulusal” cephenin cümlelerini cilalayarak “Nayır da Nayır Ulan!” diyerek dünyada eşi benzeri görülmemiş bir siyasi kafa karışıklığını çok net bir biçimde ortaya koydu.

 

TT Arena’nın açılışında zaten başarısızlık nedeniyle Adnan Polat ve Galatasaray Kulübü yönetimiyle arası açık olan Galatasaraylılar, TOKİ Başkanı’nın irrite edici konuşmasıyla tahrik oldu. Bana göre, TT Arena’da, Dünya Basketbol Şampiyonası’nda Cumhurbaşkanı’na ve Başbakan’a yapılan ıslıklı ve yuhalamalı protestodan, ya da Egemen Bağış’a U2 konserinde yapılan ayıptan çok daha azı vardı. Lakin, ister az olsun ister çok olsun, ister organize olsun ya da olmasın, isterse anlık olsun veya medya pompalamasıyla şişirilsin, bu tribünlerin toplumun bir yansıması olduğu iddiası, kolektiflerin yumurta harekatının iktidara karşı halkın isyanı varmış gibi lanse edilmeye çalışıldığı abartı gündemden uzak bir yerde durmuyor. GS Store’dan alışveriş yapmak suretiyle edinilen davetiyelerle TT Arena’nın açılışında yer alan endişeli modernler mi, her sene yüksek meblağlarda kombine parası ödeyip önce meyhanede sonra tribünde yer alıp “Atam izindeyiz, sirozdan öleceğiz” diye bağıran alkolik laikler mi, yoksa tuttuğu takımın maçını evine Digiturk alamadığı için ödeyemeyen, kahvehane köşelerinde küçük bir ekranın önüne hapsedilen ve en sonunda “Lanet olsun” diyerek futboldan uzaklaştırılan halk mı bu toplumun yansıması? Futbol, ne kadar açıksan o kadar modern, ne kadar içiyorsan o kadar laik olduğunu dayatan seçkinci azınlığın ‘golf’ü olmak yolunda ilerliyor ve o eski “ezici” gücünü kaybetmekte olanların mazlum edasıyla “ezilenler” rolü oynadığı tiyatro sahnelerinden bir yenisini yaratıyor. Bu zümre, son çırpınışlarını yaşarken, hem suçlu hem güçlü tavrıyla, ordusunu, yargısını, sınıf üstünlüğünü geri kazanmaya çalışırken, kendine “muhalif, özgürlükçü, otorite karşıtı, isyancı” etiketlerini yapıştırmaktan utanmıyor.

 

Evet, İtalya’da, Toscana bölgesinde bir liman kenti olan Livorno’da 1921’lerde kurulan İtalyan Komünist Partisi’nin de etkisiyle zaten kızıl olan bir şehrin kızıl bir takımı var. Ve o takımın Curva Nord diye bilinen Kuzey Açık Tribününde bugün hala dev Che Guevara bayrağı bulunuyor, kızıl flamalar, orak-çekiç figürleri ve ırkçılık karşıtı semboller bulunuyor, devrim şarkıları söyleniyor. Ama İtalya’da siyasetin solu gibi bir de sağı var. Mussolini’nin takımı olarak bilinen SS Lazio tribünlerindeyse, ırkçı tezahüratlar ve pankartlar eksik olmuyor. Lazio, her ne kadar İtalya’da spor kulübü anlamına gelse ve kullanma zorunluluğu olmasa da SS kısaltmasını Nazizm çağrışımı yüzünden ısrarla isminin önünden ayırmıyor. Roma’nın sağcı taraftar gruplarından Lega Nord’un, uzun yıllar Çizme’nin güneyindeki takımlardan Napoli’yi,“Avrupa’ya hoş geldiniz Afrikalılar” pankartlarıyla karşılayarak aşağılama gayreti yüzünden, Maradona’nın 1990 Dünya Kupası yarı finali öncesi Napolililer’e, “Sizi her Allahın günü aşağılayan İtalyanlar’ı mı yoksa Napolili Maradona’yı mı destekleyeceksiniz” diye seslenişini yaşı yetenler hatırlıyor ve bu anı bana Anadolu takımlarının İstanbul’a geldiklerinde yaşadıklarını düşündürüyor.

Evet, futbol ve siyasetin iç içe olduğu bir başka ülke daha var. Yaşadığı iç savaş ve neticeleri düşünüldüğünde, bu ülkenin İspanya olduğunu tahmin etmek çok da zor olmuyor. Özellikle Katalunya ve Bask bölgesi takım ve taraftarlarının politik tavrı, iç savaş bitse de futbol sahasında savaşın henüz bitmediğini gösteriyor. Kralın takımı Real Madrid’le, Katalanların gururu FC Barcelona veya Baskların simge takımı Athletic Bilbao arasındaki maçlar yıllardır futbol sosu eklenmiş eski bir hesaplaşmayı gözler önüne seriyor.

On binlercesi gibi koyu Real Madridli General Franco’nun işkence odalarından birinde yok olan Barcelona kulübünün başkanı Joan Gamper’ın, bugün Katalan mottosu haline gelen “Mes que un club-Bir kulüpten daha fazlası” sözleriyle beraber, FC Barcelona, tıpkı Picasso’nun Guernica’sı gibi, iç savaşın, mücadelenin, kültürel özerkliğin, yasaklara karşı direnişin; zamanla demokrasinin, bölgesel otonominin, sosyalizm, komünizm ve hümanist anarşizm gibi ideallerin ve hatta Katalan milliyetçiliğinin sembolü haline gelirken, Nou Camp stadı bugün hala direnişin mabedi durumunda. 1943 yılı İspanya Kral Kupası yarı finalinde, Real Madrid’le eşleşerek ilk maçı 3-0 kazanan Barcelona takımı, Franco’nun rövanş maçı için bir gecede İspanyol pasaportu çıkartarak getirdiği Latin Amerikalı oyunculara 11-1’lik bir skorla yenildi. Ancak maç öncesinde Franco’nun adamlarının Barcelona oyuncularını kenara çekip söylediği şu sözler hiçbir Katalan tarafından unutulmadı: “Unutmayın, sizlere hayatınız bağışlandıysa, futbol oynamanıza izin veriliyorsa, bunların hepsi Franco’nun cömertliği sayesindedir. Rövanşta merhametimizi zorlamayın.” Evet, bir Barcelona var; ancak bir de Real Madrid var. Kralın ve kralcıların merkezi olan Kastilya’nın takımı, İspanyolluğun, milliyetçiliğin, merkeziyetçiliğin, zenginliğin, kilisenin ve askeri diktatörlüğünün temsilciliğini sürdürüyor; Barnebou Stadyumu ise Franco’nun kendi sözleriyle “100 bin kişilik bir uyku tulumu” olarak otorite aşıklarını uyutmaya devam ediyor.

 

Şimdi, her şeyin ters olduğu bu ülkede, Real Madrid’in merkeziyetçiliğinden, Lazio’un ırkçılığından ötesinin sergilenmediği tribünlerden bir Barcelona, bir Livorno çıkarılmaya çalışılıyor.

 Doğru, Türk tribünleri bu toplumun aynası; çünkü aynaya baktığınızda sağınız solda, solunuz sağda görünüyor.

Merve Şebnem