BeKoS tv Every Day A Film We are now less then a minute Türkiye'yiz

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

20 Eylül 2013 Cuma

Uzlaşma Yolunda: Komisyon’un Uzlaştığı Maddeler ve Anayasa

Uzlaşma Yolunda: Komisyon’un Uzlaştığı Maddeler ve Anayasa | Analiz | SETA

 

12 Haziran 2011 seçimleri öncesi topluma ‘Yeni Anayasa’ taahhüdünde bulunan ve 24. Dönem TBMM’de Grubu bulunan dört siyasi parti, seçim öncesi verdikleri sözü yerine getirmek üzere bir araya gelmiş ve partilerin aldıkları oy oranlarına ve TBMM’deki sandalye sayılarına bakmaksızın Meclis Başkanı başkanlığında, her partiden üçer üyenin katılımıyla Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nu kurmuşlardır.

19 Ekim 2011 günü çalışmalarına başlayan Komisyon, toplumun farklı kesimlerinden görüşleri topladıktan sonra yeni anayasayı yazmaya başlamış, ancak 2012 yılı sonuna kadar anayasanın yazım sürecinin tamamlanması hedefini gerçekleştirememiştir. Komisyon, bugüne kadar toplam 172 madde kaleme almış, 23 Ağustos 2013 tarihi itibariyle bu maddelerin 59’unda mutabakat sağlamıştır.

Bu analizde, ilk olarak Komisyon’un mutabakata vardığı 59 maddenin, bir anayasa değişikliği paketi haline getirilmesinin, Türkiye’nin yeni anayasa hedefine muhtemel etkilerinin yanı sıra, uzlaşılan maddelerin TBMM Anayasa Komisyonunda veya Genel Kurulda değiştirilmesi problemi ile bu 59 maddenin yeni anayasaya nasıl işlenebileceği problemi tartışılmıştır. Analizin ikinci bölümünde ise Komisyon’un üzerinde uzlaştığı maddelerle, 1982 Anayasasında bu maddelere karşılık gelen maddeler karşılaştırmalı olarak ele alınmıştır.

 

Anlamı Belirleyen Aydınlarımız

Anlamı Belirleyen Aydınlarımız | Atölye | SETA

 

Göstergebilim (semiyotik) denilen bilim dalı, dilin kendisini oluşturan göstergeleri sistemsel bir şekilde çözümleyerek anlamın nasıl üretildiği sorunsalına odaklanır. Gösterge ‘gösteren’ ve ‘gösterilen’ diye adlandırılan iki kategoriden oluşur; kabaca gösteren sesi (işitim imgesi), gösterilen de kavramı temsil eder. Gösteren ve gösterilen arasındaki bağın nasıl oluştuğuna dair çeşitli çalışmalar literatürde yer alır. Bu bilimin Avrupa'daki öncülerinden Ferdinand de Saussure aradaki bu bağın gizem dolu ve nedensiz olduğunu belirtse de, Roland Barthes Saussure'nin çalışmalarına yeni bir bakış açısı kazandırarak arada iki gösterge dizgesi bulunduğunu belirtir. İlki üzerinde uzlaşı olan düzlemken, ikincisi bir üst dildir ve ideoloji de tam olarak burada kurulur ve işler.

GÖSTEREN İLE GÖSTERİLEN ARASINDAKİ İLİŞKİ

Türkiye siyasal hayatında da ideolojinin kurulduğu ve işletildiği üst dili yani anlamı belirleyen ilişki belirli bir zümrenin elindedir. Mesela siyasal hayata dair temel terimlerde (demokrasi, otokrasi, barış, özgürlük, diktatörlük, vb.) gösteren ile gösterilen arasıdaki ilişkiyi kendileri kurarlar. Bu yegâne kurucu güç sayesinde kendilerine yöneltilen eleştiriler ise kategori dışı kalır. Üretilen anlamlar kendi cemaatleri içerisinde dolaşıma girer ve her seferinde yeniden üretilir. Başka bir deyişle, kendi kurdukları oyunun kamuoyu nezdinde de benimsenip devamlılığını sağlarlar. Bu zümre sadece kavram üretmekle kalmayıp bir konu hakkında fikir belirten kişilerin bu konularda ne kadar samimi olduklarını da ölçebilirler.

KENDİNE AİT GÖRÜLEN TASARRUF HAKKI

Öte taraftan, bu cemaatin içinde değilseniz, temel kavramlara kazandırdıkları üst anlamlara ya da ideolojik söylemlere bir eleştiri getirirseniz, bu cemaatin üyelerine karşı akıl almaz bir linç kampanyası başlatmakla suçlanırsınız. Dolaşıma soktukları kavram dizilerinin sadece kendi cemaatleri içerisinde kullanım ve tartışılma hakkı vardır. Ürettikleri üst anlamlara –ki birçoğu itham içerir- karşı bir fikir yürütmesi yaptığınızda, bunun ne zaman eleştiri, ne zaman linç kampanyası olduğunun kararı da kendi tasarruflarındadır. Oyunu kendi oluşturdukları anlam dünyasının içinde oynadığınız sürece cemaatin kapıları sizin için açıktır. Ama olur da bu zümrenin dış politika ya da çözüm sürecine dair yazılarında yanlış analizler yaptıklarını, kullandıkları terimlerin sahip oldukları söylem kurma yetisi sayesinde içini boşalttıklarını ya da olmayan bir şeyi sırf siyasi rüzgâr o yönden esiyor diye gerek ulusal gerekse de uluslararası basında abartarak gerçekmiş gibi sunulmasına itiraz getirdiğinizde zeka özürlü, kötü niyetli ya da en basitinden iktidar yalakası sınıfına girersiniz.

ELEŞTİRİLEMEZLİK ZIRHI

Bu zümreyi dokunulmaz kılan en önemli şey geçmişlerinde verdikleri mücadelelerdir: Kimisi darbe mağduru, kimisi andıçlanmış ve yahut önceki hükümetlerin gazabına uğrayarak 'gazilik madalyası' gibi 'demokrat'lık mertebesine yükselmiş şahsiyetlerdir. Bu nedenle ömür boyu dokunulmazlık ve eleştirilemezlik zırhına bürünmüşlerdir. Kaçırdıkları nokta ise demokratlığın her yeni siyasal gelişmede sınanan bir durum olduğudur. Oysa ki, bugünün özgürlük savaşçısını yarının darbecisi ya da ömrünü Kürt meselesine vakfetmiş birisinin bugün barış karşıtı olmayacağının bir garantisi yoktur. Böylesi durumlarda, fikirleri eleştirildiğinde “siz giderken biz dönüyorduk” naifliğinde açıklamalarla kendi demokratlıklarını bir doğa yasasına çevirirler -ki bugün kabul edilen doğa yasalarının yarın yanlışlanmayacağının bir garantisi bulunmamaktadır.

“OL” DEMEK!

Son kertede, günlük siyasal hayatın parçası olan kavramlar her gün yeniden üretilmektedir ama siyasal iktidarın bu üretime katkısı oldukça azdır. Üretilen bu kavramların dolaşıma sokulup yaygınlaştırılması bu cemaatten çıkacak vizeye bağlıdır. Dış politikanın iyi mi kötü mü olduğu ya da ulusal bazda girişilen bir mücadelenin samimi olup olmadığı doğrudan kendi çıkarları ve istekleri, o meseleye ne kadar dâhil edildikleri ve hayat tarzlarına uygunluk gibi kriterlerden geçirilmeden hakkında görüş bildirilmez, yani gösteren ile gösterilen arasındaki bağ kurulmaz. Bu zümreye ait kişiler “bir şeyin olmasını isterlerse, ona sadece 'ol' demeleri yeterlidir. O şey de dayanamaz hemen oluverir!”

Akademik Özgürlükler Çalıştayı

Akademik Özgürlükler Çalıştayı | Etkinlikler | SETA

 

SETA ve Marmara Üniversitesi işbirliğiyle 12 Eylül 2013 Perşembe günü Marmara Üniversitesi Göztepe Kampüsünde “Akademik Özgürlükler Çalıştayı” gerçekleştirilmiştir. Akademisyenler, rektörler ve öğrenci temsilcilerinin yer aldığı çalıştayda üç tematik oturumda akademik özgürlüklerin evrensel tanımları, Türkiye ve dünya tecrübeleri ile akademik özgürlüklerin gelecek görünümü üzerine tartışmalar yapılmıştır. Aşağıda yapılan tartışma ve konuşmalardan özet sunulmuştur.

AKADEMİK ÖZGÜRLÜKLER: KAPSAMI VE SINIRLARI

Akademik özgürlüklerin kavramsal ve hukuksal tanımlarının ele alındığı bu oturumun moderatörlüğünü Marmara Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Hamza Kandur yapmıştır. Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sedat Laçiner, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkun ve İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Alim Arlı sunumlarını yapmışlardır.

Sedat Laçiner:

  • Akademik özgürlüklerin tanımlaması, ülkemizde siyasal bağlamda ele alınmaktadır; konunun teknik bağlama çekilmesi artık bir zorunluluktur.

  • İfade özgürlüğü ile akademik özgürlükler aynı anlama gelmemektedir.

  • Her hak ve özgürlük, sorumluluğu ile vardır; ancak yükseköğretim sistemimizde sorumluluklar doğru tanımlanmadığından dolayı hak ve özgürlüklerin de tanımlamasında sorun yaşanmaktadır.

  • Türkiye’de yargının yükseköğretim sisteminde olumsuz bir rolü vardır. Yargı, üniversitelerde dini, siyasi ya da farklı bir ayrımcılık nedeniyle alınan kararlara müdahale etmelidir. Akademik yeterlilik çerçevesinde alınan kararlar, yargı müdahalesi olmaksızın, üniversite idaresinin tasarrufunda olmadır.

Alim Arlı:

  • Akademik özgürlük, akademisyenin alanındaki bilgileri serbestçe derlemesi, yazması, neşretmesidir.

  • Akademik özgürlük tanımları siyasallaşmadan kurtarılmalıdır.

  • Türkiye üniversiteleri akademik özgürlüklerin yaşanması ve yaşatılması bağlamında çok kötü bir sicile sahiptir.

  • Askeri darbeler yükseköğretim alanını pek çok hususta olduğu gibi akademik özgürlükler çerçevesinde de darboğaza sokmuştur.

Vahap Coşkun:

  • Akademik özgürlük, üniversitedeki tüm bireylerin etik kurallar ve uluslararası standartlar ekseninde bilimsel faaliyetler yürütmesidir.

  • Türkiye’de 1933 üniversite reformunda başlayan tasfiyelerin akademik özgürlükler alanını kısıtlayan ilk hamlelerdir.

  • Türkiye’de akademik özgürlüklerle özerklik sık sık karıştırılmaktadır. Özerklik kurumsal, özgürlük ise bireysel bir durumdur.

  • Akademik özgürlükler, akademisyeni, devlete, üniversiteye ve diğer meslektaşlarına karşı korumaktadır.

  • Akademik özgürlüklerin; devlet, üniversite yönetimi ve öğretim üyelerinin keyfiliğinden korunması gerekmektedir.

TÜRKİYE’DE AKADEMİK ÖZGÜRLÜKLER: TECRÜBE VE DERSLER

İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yunus Söylet’in moderatörlük yaptığı oturumda, Türkiye’de akademik özgürlük tecrübeleri ele alınmış, tecrübeler neticesinde çıkarılacak dersler masaya yatırılmıştır. Oturumda, Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesinden Yrd. Doç. Dr. Fatma N. Seggie, İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden Doç. Dr. Ferhat Kentel ve Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Zafer Çelik konuşma yapmış, katılımcılardan alınan soru ve görüşlerle oturum sürdürülmüştür.

Fatma Nevra Seggie:

  • Doktora çalışmamı, Türkiye üniversitelerindeki başörtülü öğrenciler üzerine yaptığımdan dolayı pek çok eleştiri aldım.

  • Akademik özgürlüklerin garanti altına alınması için, farklılıkların kabul edildiği kampüs alanlarının oluşturulması, öğrencilerin sosyal ve akademik entegrasyonunun sağlanması gerekmektedir.

  • Öğrenme, öğretme ve bilimsel araştırma özgürlüğünün üniversitelerde yaşatılması elzemdir.

Zafer Çelik:

  • Türkiye’nin modern üniversite tecrübesi akademik özgürlükler konusunda oldukça sancılı başlamış, sonraki yıllarda da bu sorun açık bir şekilde var olmaya devam etmiştir.

  • Akademik özgürlükler sadece akademisyenler ile ilişkili bir mesele değildir. Akademik özgürlük, aynı zamanda öğrencilerin öğrenim özgürlüğü ile doğrudan bağlantılıdır. Bundan dolayı, akademisyen derste her istediğini değil, dersin konusunu öğretmek ve propaganda yapmamak sorumluluğuna sahiptir.

  • Akademik özgürlükler ancak akademinin kendi çaba ve gayretleri ile gerçekleştirilebilir.

Ferhat Kentel:

  • Akademik özgürlükler, bütün kampüsü kapsayan ve kampüs ortamında bulunan herkesi ilgilendiren bir konudur.

  • Türkiye’de 80’li ve 90’lı yıllarda akademisyen ve öğrenciler, Kürt meselesi, başörtüsü, Alevilik vb. konuları çalışmalarından dolayı üniversitelerden tasfiye edilmişler ve hatta hapis cezaları almışlardır.

  • Türkiye’de akademik özgürlüklere sınırlamalar, Tevhid-i Tedrisat ile başlamıştır.

TÜRKİYE’DE AKADEMİK ÖZGÜRLÜKLER: GELECEK GÖRÜNÜMÜ

Türkiye’de tecrübeler neticesinde akademik özgürlüklerin nasıl bir seyir izleyeceği konusunun ele alındığı son oturuma İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan moderatörlük etmiş, ÜAK Genel Sekreteri Prof. Dr. Muhittin Ataman ve SETA Vakfı Toplum ve Ekonomi Araştırmaları Direktörü Yrd. Doç. Dr. Bekir S. Gür sunuş yapmıştır.

Muhittin Ataman:

  • Akademik özgürlüklerin Yeni Türkiye’de garanti altına alınması için öncelikle yapılması gereken, akademisyenlerin özlük haklarının iyileştirilmesidir.

  • Akademik özgürlükler ile ilgili en temel sorun, akademisyenlerin kendilerine otokontrol ve otosansür uygulamasıdır. Bunun en önemli nedenlerinden biri akademik yükselme şartlarıdır. Doçentlik sınavının bir terbiye mekanizması olmasından çıkarılmasını sağlayacak çalışmalar yapılmalıdır. Buna ilaveten, akademisyenlerin mevcut mevzuat çerçevesinde bile kendi görüş ve düşüncelerini özgürce ifade etmesi önemlidir.

  • Üniversitelerde yaşanan kadro problemi, özgürlükleri kısıtlamaktadır. Rektörler unvan dağıtırken liyakati gözetmemektedirler. Bu durum akademisyenleri yanaşmacı zihniyete doğru sürüklemektedir. Yanaşmacı zihniyetten de akademik özgürlük beklemek söz konusu değildir.

Bekir S. Gür:

  • Rektörlük seçimlerinde öğretim üyelerinin oy kullanması ve seçim faaliyetleri, akademik özgürlüklerin korunması açısından risklidir.

  • Türkiye’de akademik özgürlüklerin garanti altına alınmasını sağlayacak bilgi, gelenek ve uzlaşı konusunda eksikler vardır. Bu konuda farkındalık oluşturacak çalışmalar yapılmalıdır.

  • Akademik özgürlüğün gerektirdiği sorumlulukları daha net bir şekilde ifade eden bildirge ve etik beyannamelerin hazırlanması gerekmektedir.

  • Sivil izleme ve değerlendirme çalışmaları, akademik özgürlüklerin kökleşmesi ve muhtemel hak ihlallerinin önüne geçmek aşısından son derece kritiktir.

  • Yeni YÖK yasa teklifi dolayısıyla yapılan tartışmalarda akademik özgürlüklerin derinlikli olarak tartışılmaması Türkiye’de akademik özgürlüklerin gelecek görünümü açısından endişe vericidir.

Konuşmacılara ilaveten, çalıştaya katılan diğer katılımcıların belirttikleri hususlar, birbirini tamamlayan temalar olduğundan, bu görüşler isim belirtilmeden şöyle özetlenebilir:

  • Türkiye’de akademik özgürlüklerin gelişmesi için; akademik özgürlüklere dayalı bir üniversite iklimine ve kültürüne ihtiyaç vardır.

  • Üniversitenin özgür bir yapıya ve geniş akademik özgürlüklere sahip olması sadece üniversite-içi unsurların katılımı ile gerçekleştirilemez. Bunun için toplumun farklı unsurlarının, medya ve STK gibi yapıların da akademik özgürlüklerin gelişmesi için katkı sunması gerekmektedir.

  • Türkiye’de öğretim üyelerinin yaşadığı ekonomik sorunlar, akademik özgürlüğü olumsuz etkilemektedir.

  • Akademik özgürlükler sadece akademisyenler ile ilişkili bir mesele değildir. Akademik özgürlük, aynı zamanda öğrencilerin öğrenim özgürlüğü ile de doğrudan bağlantılıdır.

  • Akademik özgürlükler, üniversiteyi koruyan bir unsurdur. Akademik özgürlükler, üniversiteyi, devlet, toplum ya da kârlılık yaklaşımından korurlar.

  • Üniversitelerin farklı akademik gelenekleri savunması akademik çeşitlilik ve özgürlüğü zenginleştirmek adına önemlidir.

 

Suriye Krizinde Çözüm Seçenekleri

Suriye Krizinde Çözüm Seçenekleri | Yorum | SETA

 

Rusya'nın başlattığı diplomatik girişimlere teslim olan ABD küresel rekabet yarışında bir adım attı; Obama sahneden inerken Putin oyun kurucu lider görüntüsü ile sahneye çıktı. Gerek Obama'nın ertelediği Suriye'ye müdahale planı gerekse Putin'in arabuluculuk girişimi ile kimyasal silahların imha edilmesi planı Suriye krizine nihai bir çözüm getirmeyi amaçlamıyor. ABD ve Rusya perde gerisinde kontrollü bir krizin devam etmesinin kendi çıkarlarına aykırı olmadığı konusunda anlaşmış görünüyor, zira masa üzerindeki seçenekler sahadaki dengeleri değiştirecek cinsten değil.

SURİYE KRİZİNİN MUCİZEVİ BİR ÇÖZÜMÜ YOK

Suriye'de iki yılı aşkın bir süredir devam eden kriz ve iç çatışma, İran ve Rusya gibi güçlerin dışarıdan rejime; bazı ülkelerin de muhalefete verdiği destekten dolayı oldukça karmaşık bir yapıya bürünmüş durumda. Suriye, bir taraftan iç savaşın devam ettiği, diğer taraftan bölgesel ve küresel güçlerin çıkar ve nüfuz mücadelesinin devam ettiği açık bir rekabet alanına dönüştü. Bölgesel ve küresel aktörlerin kendi güçlerini de sınadığı bir ülke Suriye. Bu nedenle krize kolay bir çözüm yolu görünmüyor ufukta. Afganistan ve Irak örnekleri de göstermektedir ki bölgeye dışardan müdahaleler, her zaman beklenen sonuçları doğurmayabilir.

Suriye krizinde aşağı yukarı şu seçenekler ile karşı karşıyayız. Bunları anlama ve yorumlama biçimleri Suriye'nin geleceğini tayin edecek adımların atılmasını gerekli kılacaktır.

Suriye'de 120 bin insan öldü ve mevcut durum ve güç dengeleri olduğu gibi devam ederse ölmeye devam edecek. Ülkenin toplumsal dokusu mezhepsel hatlarda tamir edilemez biçimde yara alacaktır. Mültecilerin sayısında dramatik artışlar yaşanacaktır. Türkiye'nin sınır güvenliği riskleri de daha artacaktır.

Bu gelişmelere seyirci kalınabilir mi? Nereye kadar seyirci kalınabilir?

DIŞ MÜDAHALENİN RİSKLERİ

Diğer yandan bir dış müdahale pek çok riski içinde barındırmasına karşın, gerçekleştirildiğinde iki ihtimal doğacaktır. İktidar değişikliği ile son bulacak bir müdahalede rejim giderse ve bunun yerine yeni ve geniş tabanlı bir hükümet kurulabilirse (kolay olmayacaktır kuşkusuz) krizin çözümü için bir imkân doğabilir. Ki Suriye'de bugünkü krizin başlangıç noktası da demokratik talepler çerçevesinde siyasal alanın açılması idi. Rejim değişikliği ile sonuçlanmayan bir müdahale durumunda ise tekrar başa dönülme, şiddet sarmalının genişleyerek sürme ihtimali oldukça büyük görünüyor. Diplomatik girişimlere bir şans daha verilmesi durumunda sonuç alınabilir mi sorusu da bu bağlamda sorulmalıdır. Krizin başlangıcından hemen sonra başlayan Arap Birliği gözlemcilerinin girişimleri; Kofi Annan arabuluculuğu; birinci Cenevre zirvelerinin sonuç vermediği göz önüne alınırsa diplomatik yolların da büyük oranda tıkandığı söylenebilir.

Suriye'de hangi yöntem tercih edilirse edilsin krize mucize bir çözüm beklenmesi rasyonel ve gerçekçi değildir.

[Sabah Perspektif, 14 Eylül 2013]

 

ODTÜ'de Protesto ve Zorbalık

ODTÜ'de Protesto ve Zorbalık | Yorum | SETA

 

Türkiye'de normalleşme söyleminin güçlendiğini, önyargı ve kodların toplumsal hafızamızdan bir nebze silindiğini düşündüğümüz bugünlerde ODTÜ'de yaşanan hadiseler, esasında halen bazı sorunların var olduğunu gösterdi. Kayıt yaptırmak için ODTÜ'ye gelen bir aileye refakat eden kişilerin başörtülü olmasından dolayı, bazı öğrencilerin ellerinde pankartlarla bu kişileri sözlü tacizle kampüsten dışarıya çıkartma çabaları ODTÜ gibi özgürlükçü olma iddiasındaki bir üniversite açısından tam manasıyla bir talihsizliktir.

Normalleşmenin bir süreç olduğu konusunda hiç şüphe yok, elbette bu süreçte iniş ve çıkışların olması tabidir. Ancak hadisenin bir yükseköğretim kurumunda vuku bulması, meseleyi ele alış şeklimizi doğrudan etkilemektedir. Türkiye'de üniversite gençliğinin, nefret suçlarının, ifade özgürlüğü ve akademik özgürlüklerin sınırlarının acilen masaya yatırılması gerekmektedir. Yaşanan olayı münferit olarak nitelendirip üzerini örtmeye çalışmak ise sorunların katlanarak büyümesine, nefret suçlarının toplumsal muhayyilede normal algılanmasına ve zamanla çok daha yüz kızartıcı olayların sadece yükseköğretim kurumlarında değil farklı toplumsal alanlarda yaşanmasına neden olacaktır. Bu nedenle ODTÜ'de yaşanan olayı öncelikle doğru tahlil etmek gerekmektedir.

ODTÜ, dünyada ve Türkiye'de saygın üniversitelerden biridir. ODTÜ ve benzeri üniversitelerde, farklı siyasi görüşlerden, ideolojilerden, din ve inançlardan öğrencilerin ve öğretim üyelerinin olması üniversitenin tabiatına gayet uygundur. Bu durum üniversitelere dinamizm katmakta, akademik canlılığı artırmakta ve bu bağlamda üniversitede akademik özgürlüklerin ve ifade özgürlüğünün hayat bulmasına imkân tanımaktadır. Türkiye'de üniversitelerin sayılarının artması ve daha fazla gencin bu üniversitelerde eğitim alıyor olması; çoğulculuğun ve hoşgörünün nesillerde yaşatılması, bu çerçevede ifade özgürlüğünün ve akademik özgürlüklerin üniversitelerde sağlanması açısından çok kıymetli ve Türkiye açısından da fırsat niteliğindedir. Modern üniversite tarihinde kampüslerde akademik özgürlüğün var olması için elzem olan ifade özgürlüğünün tanımı ise evrenseldir. Buna göre, kampüs içinde veya dışında kişiler, başkalarını ötekileştirmeden, küçümsemeden görüşlerini özgür bir şekilde ifade etme ehliyetine sahiptir.

PROTESTO ÖZGÜRLÜĞÜ MÜ, ZORBALIK MI?

ODTÜ'deki olay göstermiştir ki, ifade özgürlüğünün bir parçası olan protesto hakkı gibi kavramlar, maalesef lümpenleştirilmiştir. Bir kampüste öğrencileri ya da misafirleri zorla susturmaya çalışmak ya da onları kovmak, bir zorbalıktır ve modern üniversite fikri ve pratikleriyle asla bağdaşmaz. Geçen Aralık'ta ODTÜ'yü ziyaret eden Başbakan Erdoğan'ın kampüse girmesine ve konuşma yapmasına izin vermemek için yapılan şiddet eylemlerinin ve mezuniyet töreninde toplumun farklı kesimlerinden insanları aşağılayıcı pankartların taşınmasının üzerinden daha bir yıl bile geçmeden bu olayların yaşanması, yönetici ve öğretim üyelerinin öğrencilerine ifade özgürlüklerinin ve akademik özgürlüklerin mahiyetini enine boyuna anlatmasını gerektirmektedir. Bu konuda yöneticilerin doğru tavır sergilemeleri, öğrencilere rol model olmaları açısından ziyadesiyle önemlidir. Ayrıca sessizlik, suça alenen ortak olmaktır. Yıllardır özgürlükçü görüşlerle kimliğini inşa etmeye çalışan bir üniversite, sessiz kalması durumunda faşist etiketini taşımaya razı olacaktır. ODTÜ gibi saygın bir üniversiteden beklenen, yaşanan olayların ardından hızlı bir şekilde bir kınama mesajı vermesidir.

ÜNİVERSİTELERİ NORMALLEŞTİRMEK

Türkiye'de şu an üniversite öğrencisi olan genç nesil, çocukluk yıllarında, halk tarafından seçilmiş bir milletvekilinin başörtüsü ile Meclis'e gelmesinden dolayı dönemin sol partisi tarafından yuhalanarak Meclis'ten ve buna müteakip Türkiye vatandaşlığından atılmasına şahit olmuştur. Ayrıca, üniversitelerde öğrenci ve öğretim üyelerine karşı ayrımcılıklar yaşanmış ve bu kişilerin öğrenme ve öğretme özgürlükleri kısıtlanmıştır. 28 Şubat davasının sürdüğü bugünlerde Türkiye bu acı tecrübeleri geride bırakmaya çalışırken, ODTÜ'de yaşanan olaylar, üniversitelerde akademik özgürlüklerin kökleşmediğini bir kez daha göstermiştir. Dolayısıyla, gerek YÖK ve TÜBA gibi üst kuruluşların gerekse de üniversitelerin ve sivil toplum kuruluşlarının, akademik özgürlükleri kısıtlayan engelleri kaldırmaya ve üniversitelerde hoşgörü kültürünü hâkim kılmaya yönelik daha çok çaba göstermesi gerekmektedir.

[Sabah Perspektif, 07 Eylül 2013]

BM'de Farklı Bir Türkiye

BM'de Farklı Bir Türkiye | Yorum | SETA

 

Bu sene gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler toplantılarının resmi ve gayri resmi gündemine "Arap Baharı" damgasının vurulacağı aylar öncesinden ortaya çıkmıştı. Erdoğan'ın "Arap Baharı"nın fiili sonuçlar ürettiği üç ülkeyi ziyaret ederek BM toplantılarına katılmasıyla, Türkiye gündemini dünya gündemiyle örtüştürdü ve tartışmaların merkezine oturdu. Somali, Mısır, Tunus ve Libya ziyaretlerinin sağladığı mukayeseli üstünlük BM görüşmelerinde, gündeminde ve kulislerinde kendisini hissettirdi. Aynı şekilde, Türkiye, Arap Baharı rüzgârının yanında, BM'de gündeme gelecek olan "Filistin devletinin tanınması" meselesini de aylar önce gündemine almış ve diplomatik adımlar atmış olmasının avantajını da sonuna kadar kullanmaktan geri durmadı. Türkiye'nin, BM ile daha bu aybaşında Palmer raporu üzerinden karşı karşıya gelmiş olması da, İsrail'in Mavi Marmara katliamını daha güçlü bir şekilde dünya gündemine taşımasına katkı sağladı. Sözün özü, "BM düzeninin" yapısal ve siyasi sorunlarını bir kenara not ederek, eğer BM toplantılarından ciddiye alınabilecek neticeler bekleniyorsa, Türkiye, büyük ölçüde gündemin arzuladığı şekilde oluşmasını sağlamış oldu.

Komşularla sıfır sorun politikası

Arap baharı vesilesi ile Türkiye'nin dış politikası önemli bir testten geçmektedir. Ortaya çıkan siyasi boşluğun şekillenmesinde ciddi bir aktör olacağı aşikâr olan Türkiye, yıllar sonra bölgesel düzenin kurucu bir unsuru olmaya doğru yol almaktadır. "Komşularla sıfır sorun" yaklaşımının meyvelerini tam da bugün toplamaya başlayan Türkiye, yeni bölgesel düzenin bütün zorluklarıyla yüzleşmek zorunda kalacaktır. Bu zorluklar, Irak işgaliyle beraber başlayan dış politika hareketliliğinin karşılaştığı badirelerden çok daha çetin olacaktır. Dış politika yapım süreçleri büyük oranda uzun vadeli ve makro hedefleri gözetir. Belli dönemlerde ve durumlarda ise kısa veya orta vadeli menfaatlere yoğunlaşır. Genellikle kullanılan metotlar dinamik; referans alınan prensipler statiktir. Bu meyanda, son dönem, özellikle Suriye ile yaşanan gerilim dolayısı ile "komşularla sıfır sorun" yaklaşımının bu zor süreç öncesinde iflas ettiği dillendirilmektedir. "Sıfır sorun" prensibini ısrarlı bir şekilde bir cebir mevzusu olarak okuyan bu yaklaşım tarzı, temenni edilen hedef ile amaca ulaşmak için kullanılacak metotları birbirine karıştırmaktadır. Oysa, "sıfır sorun" iddiasının cebirsel bir iddia olmasının "tarihin ve siyasalın sonunu" ilan etmek kadar absürt olacağını gözden kaçırmaktalar. Hâsılı kelam, "sıfır sorun" idealize edilmiş bir hedefe ulaşma "temennisi" iken; zaman zaman değişen olumlu olumsuz dış politik ilişkiler "temin" edici dinamik adımlara tekabül eder. Dolayısıyla Suriye ile yaşananlar ilk anda dış politika prensiplerimizi sorgulamayı değil, öncelikli olarak metotlarımızı gözden geçirmemiz gerektiğine işaret eder. Bugün yaşanan süreç tam da bu yeni duruma denk gelmektedir. "Sıfır sorun" yaklaşımının ürettiği dinamikler son yıllarda yoğun bir şekilde kullanılmamış olsaydı, Türkiye'nin bugün Arap Baharı rüzgârından bu denli meşru bir şekilde faydalanması da söz konusu olamazdı. Özellikle Suriye'deki Baas rejimi, Türkiye üzerinden her alan kazanma hamlesi yaptığında, kendi sosyolojisinin Türkiye ile eklemlendiğini fark edemedi. Halklar arasında oluşan yoğun ticari, entelektüel, kültürel ve turistik ilişkiler kriz sırasında çok değerli adımlara dönüştü. Sadece vize rejiminin önce çok gevşetilmesi, ardından da kaldırılmasıyla, bir kaç yıl içerisinde, milyonlarca insan karşılıklı alışverişlerde bulundular. Tek başına bu etkileşimin bile Suriye'de oluşturduğu etki, yirmi yıl sonra toparlanmaya çalışan Baas karşıtı muhalefetin yurt olarak Türkiye'yi seçmesine yetti. Özetle, dün komşularla sorunsuz bir ilişki hedeflenmemiş olsaydı bugün Arap Bahar'ına bu kadar meşru ve doğal bir şekilde destek verebilen ve alabilen bir Türkiye ortaya çıkmazdı. Öyle ki, bölgemizde en sert İsrail karşıtlığıyla bilinen ülkeler, benzer bir meşru zeminden yoksun olduklarından; Türkiye'nin yeni Ortadoğu düzenindeki kurucu aktör rolünün çok gerisine düşerek, Camp David düzeninin sıradan bir aktörü konumunda kalıyorlar. Türkiye, son yıllarda yürüttüğü politikalarla, hem bölgemizdeki aktörler hem de Amerika ve Avrupalı aktörler için oldukça ilginç bir dinamik haline gelmiş durumda. Bölgesel aktörler Türkiye'nin meşru siyasi talepleri karşısında; küresel aktörler ise hem İsrail konusunda ret edilemeyen itirazları hem de bölgesel düzenin eskisi gibi olmayacağına yönelik haklı çıkışları karşısında statüko ve değişim arasına sıkışmaktalar. Bu sıkışmadan değişim lehine de statüko lehine de tercihte bulunsalar, Türkiye açısından kazançlı bir durum ortaya çıkmaktadır. Statüko tercihleri Türkiye'yi daha meşru; değişim tercihleri de daha haklı bir aktör pozisyonuna sokmaktadır.

Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Eşitsizlik

Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Eşitsizlik | Analiz | SETA

Küresel düzeyde en etkili uluslararası kuruluşların başında gelen Birleşmiş Milletler, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünyada bir daha bu düzeyde yıkıcı savaşlar yaşanmasını engelleme çabasının bir ürünü olarak kurulmuş ve uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmasını en temel amacı olarak belirlemiş¬tir. Bu çalışmada BM’nin kurumları ve kendisinden beklenen işlevleri yeterince yeri¬ne getirip getiremediği mercek altına alınmış ve örgütün küresel barış ve güvenlik konusundaki performansı değerlendirilmiştir. Bunun yanı sıra örgüte ilişkin yapısal ve hukuki sorunlar ele alınmış ve BM kurumlarının yeniden yapılandırılmasına iliş¬kin önerilere yer verilmiştir.
Analizde, BM’nin küreselleşen uluslararası ilişkiler düzeni içinde yeterince etkili ve tutarlı bir rol oynamaktan uzak oluşu nedeniyle uluslararası toplumun gözün¬deki güvenilirliği ve saygınlığının azaldığı iddia edilmiş ve bunun temel sebebi ola¬rak örgütün kurumsal yapısı gösterilmiştir. Bu bağlamda, beş daimi üyeden oluşan Güvenlik Konseyi’nin yapısı ve bugüne kadar oynadığı rol detaylı bir şekilde ele alınmış ve Konsey’deki daimi üyelik statüsü ve bu üyelerin sahip olduğu veto hak¬kının kaldırılması gerektiğine vurgu yapılmıştır. Çalışmanın son kısmında Türkiye ve BM ilişkileri ele alınmış ve Türkiye’nin özellikle son dönemde yürüttüğü dış poli¬tika bağlamında BM’deki etkinliği değerlendirilmiştir.

Gezi Parkı Sakinlerinin Ruh Hali

Gezi Parkı Sakinlerinin Ruh Hali | Yorum | SETA

 

Gezi olayları hararetini kaybedeli epey zaman oldu. Üzerinden zaman geçtikçe, hem olayın kendisi hem de siyasi yansımaları farklılaşıyor, başkalaşıyor. Bir süre sonra, olayların gerçekte nasıl geliştiği veya protestocuların kim oldukları önemini kaybetmeye başlıyor, oluşan algı ve siyasal yansımalar ön plana çıkıyor. Dolayısıyla, olayın başlaması, büyümesi ve sonlanması üzerine etkili olan refleksleri, anlık müdahaleleri bırakıp, olayların bugüne ve yarına bıraktığı tortuyu-mirası tartışmak daha anlamlı olur.

Bugünden geriye bakıldığında, Gezi olayının Yeni Türkiye’nin AK Parti eliyle ve/ya Erdoğan önderliğinde inşa edilmesine yönelik bir itiraz olduğu söylenebilir. Protestocuların bir kısmı, -kim eliyle inşa edildiğinden bağımsız olarak- eski Türkiye’nin tasfiye edilmesine ve yeni Türkiye’nin inşasına karşı oldukları için eylemlere katılırken; bir kısmı ise, -eski Türkiye’nin tasfiyesine ve yeni Türkiye’nin inşasına taraftar olmakla beraber- inşa sürecinin AK Parti ve/ya Erdoğan eliyle inşa ediliyor olmasına karşı çıktıkları için eylemlere katıldılar. Siyasal vizyonu bir birine zıt her iki kesimi birleştiren, demokrasi talebi değil geleceğin Erdoğan eliyle inşa edileceğine dair öngörüydü. Protestocular, proaktif değil reaktif bir duyguyla, (bir şeyler) talep etmek için değil (bir şeylere) itiraz etmek üzere sokağa çıktılar. “Yeter be” ve/ya “Kahrolsun Bağzı Şeyler” gibi sloganlardan da anlaşılabileceği üzere, Gezi eylemcileri iddiası, hedefi, tezi olan bir kitle değildi; itirazı, hoşnutsuzluğu, kızgınlığı olan bir kitleydi. Bu nedenle, protestocuların ne talep ettiklerine yoğunlaşmak yerine neye, niçin karşı çıktıklarını, hangi duygularla meydanlara çıktıklarını anlamak ve çözümlemek daha doğru olur.

REFERANS OLARAK SEÇKİNCİLİK

Gezi eylemcilerini harekete geçiren dört duygudan bahsedilebilir: seçkincilik, yenilgi-mağlubiyet, umutsuzluk-çaresizlik ve korku-paranoya. Bu duyguların tamamı, bazı eylemcilerde az bazılarında çok, birbirine eklenerek duygusal gerilimi arttıran bir işlev gördü.

Gezi’de neredeyse ilk günden son güne bütün toplumsal kesim ve aktörleri ortak kesen en güçlü duygunun seçkincilik olduğu söylenebilir. Seçkincilik kendisinden sonraki üç duyguyu doğuran ve besleyen ana duygu konumunda. Gezi’de seçkinciliğin siyasal, kültürel, ideolojik, ekonomik ve tabi ki sınıfsal türlerine rastlamak mümkün. Gezi’de seçkincilik bazı kesimler için AK Parti iktidarında kaybedilen siyasal-ekonomik-kültürel imtiyazlara bir ağıt formunda, bazı kesimler içinse yüzyıldır dışlanan-ötekileştirilen dindar-muhafazakâr tabanın başarılarını, kazanımlarını kabullenememe formunda tezahür etti. Bu çerçeveden bakıldığında, seçkinciliğin militarist vesayet sisteminin varlığını sürdürmesi için mücadele eden ulusalcı kesimlerle buna karşı olan liberal sol kesimleri birleştiren ana damar işlevi gördüğü söylenebilir. Ulusalcı kesimdeki seçkinci duygunun, son on yıldır AK Parti lehine sonuç ürettiği için siyasete ve demokrasiye küsmeye ve demokrasi dışı yollara tevessül etmeye yol açtığını biliyoruz.

Ancak, siyasal sistemin demokratikleşmesine ilişkin arayışlarda bütün kesimleri geride bırakan sol-liberal kesimlerin, demokratikleşmeye yönelik hamlelerin AK Parti eliyle yapılıyor olması dolayısıyla yaşadıkları ikircikli durum tahlil edilmeyi bekliyor. Yıllardır, gerici, eğitimsiz, köylü addedilen kesimlerin yüzyıllık demokratikleşme ajandasını siyasal faaliyetinin merkezine alıp vesayet kalelerini teker teker düşürmesi, bu kesim için kesif bir gerilim üretti. Bu gerilim en rafine şekilde, 12 Eylül 2010 referandumundaki “Yetmez ama Evet” çizgisinde hayat buldu. “Yetmez” vurgusu, düzenlemenin demokratik eksikliğine işaret olarak lanse edilse de, aslında vesayet sisteminin hem AK Parti eliyle geriletiliyor olmasına yönelik hayıflanmanın hem de bu düzenlemenin AK Parti’nin siyasal gücünü arttıracağına yönelik endişenin dışavurumuydu. En önemlisi de, hor görülen AK Partiyle ittifak kurmanın harekete geçirdiği mahalle baskısını devre dışında bırakmanın bir yoluydu. Etyen Mahçupyan’ın dikkat çektiği, Markar Esayan’ın Gezi eylemleri bağlamında tekrar hatırlattığı üzere, “yetmez” vurgusu, paketin içeriğine yönelik bir itiraz değil, paketin demokratik niteliği dolayısıyla AK Parti’nin kerhen desteklenmek durumunda kalındığının kayda geçirilmesiydi. Bu konu daha da detaylandırılabilir ama buradaki meramımız için bu kadarı yeter sanırım. Sonuç olarak, seçkinciliğin her iki formu altında eylemcilerin önemli bir kısmı, AK Parti iktidarında, yıllarca küçümsenen mütedeyyin-muhafazakâr-dindarlarla eşitlenme ihtimaline isyan-ağıt karışımı bir duyguyla tepki göstermiş oldular.

YENİLMİŞLİKTEN NİHİLİZME...

Gezi Parkı’nı kuşatan ikinci duygunun yenilgi-mağlubiyet hissi olduğu söylenebilir. Eylemcilerin seçkinci duyguları, yenilgi duygusunun şiddetini arttırmasına yol açıyor. Mağlubiyet duygusu, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri imtiyazlı bir azınlık olarak ülkeyi yöneten laik kesimlerin, son on yılda vesayet sisteminin zayıflaması ve demokratik kuralların işlemesiyle imtiyazlarını kaybetmelerinden kaynaklanıyor. Yüzyıldır çoğunluk oldukları halde kamusal varlıklarına müsaade edilmeyen kesimlerin nihayet demokratik teamüllerin işlemesi dolayısıyla muktedir olmaya başlamaları, laik kesimin yenilgi duygusunu besliyor.

Gezi’yi kuşatan üçüncü duygu umutsuzluk-çaresizlik duygusu. Bu duyguyu yenilgi duygusunun bir üst aşaması olarak konumlandırmak mümkün. Çaresizlik duygusu, yenilginin kalıcılığına dair gözlemden besleniyor. Birkaç dinamik, yenilgi durumunun geçici değil, kalıcı bir durum olduğunun anlaşılmasına ve çaresizlik-umutsuzluk duygusunu beslemesine yol açtı. Öncelikle, seçim sandığındaki başarının iktidar denklemine yansımasını engelleyen vesayetçi aktör ve kurumların işlevlerini yitirmelerine işaret etmek gerekir. İkinci olarak, vesayetçi aktörlerin denklem dışında kalması sonrasında medet umulan CHP’nin, bütün müdahalelere rağmen, etkili bir muhalefet partisi olmayı başaramamasına işaret etmek mümkün. Üçüncü olarak, AK Parti’nin katıldığı bütün seçimleri kazanması, toplumsal desteğini korudukça iktidarını güçlendirmesi ve en önemlisi önümüzdeki birkaç seçimi de kazanacağının öngörülmesi bu duyguyu beslemiş olabilir. Kısacası, AK Parti’nin siyasal sistem üzerindeki etkisini arttırması, toplumsal desteğini koruması ve en önemlisi AK Parti’nin söylem ve politikalarını dengeleyecek bir siyasal muhalefetin yokluğu, üstün olduklarına dair en ufak bir şüphesi olmayan lak kesimin yenilmişlik duygusunu katmerleştirerek çaresizliğe savrulmasına yol açtı.

Gezi Parkı’nı kuşatan dördüncü duygunun korku-paranoya olduğunu söylemek mümkün. Seçkincilik, yenilgi ve çaresizlik duyguları bir sonraki adımda korku ve paranoyaya, ‘her şey elimizden gidiyor-gidecek’ duygusuna yol açıyor. Birçok gelişmiş batılı demokraside mevcut olan içki düzenlemesinin hayata geçirilmesine gösterilen tepki, bu paranoyaya hazır psikolojiden kaynaklanıyor. AK Parti’nin muhafazakâr-dindar yaşam tarzını dayatacağına yönelik neredeyse eminlik derecesindeki varsayım, bu kaygının paranoyaya dönüşmesine yol açıyor.

DEMOKRASİYİ ÖZÜMSEMEK...

Bütün bu duygular, gösterilerin temelde bir yaşam tarzı savunusu kaygısıyla gerçekleştirildiğini ortaya koyuyor. Başka bir deyişle, siyasal vizyonları birbirinden farklı birçok kesim, birbirine benzer duygularla, tehdit altında olduğuna inandıkları yaşam tarzlarını Erdoğan ve/ya AK Parti’ye karşı savunmak üzere eylemlerde yer aldılar. Eylemlere yön veren ana eksen, ne demokrasi talebi ne de otoriter eğilimlere itirazdı. Seçkinci duygulara sahip bir kitlenin, son on yılki gelişmeler dolayısıyla savrulduğu yenilgi, çaresizlik ve paranoya duygularıyla biriktirdiği negatif enerjiyi boşaltmasıydı. Negatif enerji, yaşam tarzında düğümlendi ve eyleme dönüştü. Yüzyıllık imtiyazlar yaşam tarzında billurlaştığı ölçüde, iktidar ve imtiyaz kaybına yönelik savunma da yaşam tarzı üzerinden verildi.

Demokrasi talebinden öte yaşam tarzı savunusundan beslenmesi ve uygulanan politikalara yönelik itirazdan öte uygulanması muhtemel politikalara yönelik bir ön savunma olarak gerçekleşmesi, eylemlerin siyasal değerini azaltmıyor. Siyasi iktidar, gerekçesi ve dinamiği ne olursa olsun, sokağa akın eden insanları dikkate almak zorunda. Eylemciler, Erdoğan’a ve AK Parti’ye ses verdiler. Yaşam tarzının savunulacak en önemli kale olduğunu hatırlattılar. Bu sesin duyulacağına şüphem yok.

Ancak, eylemlerin siyasal önemi ve siyasetin eylemlerle yüzleşme zorunluluğu, oluşan durumun anormalliğini, harekete geçen duyguların sağlıksız oluşunu tartışmamızı engellemiyor. Seçkincilikle başlayıp paranoyayla ve bir adım sonra da muhtemelen nihilizmle sonuçlanacak duyguların, sağlıklı bir toplumsal yaşamı ve bir arada yaşamayı zorlaştırdığını, hatta belki de imkânsız kıldığını görmemiz gerekir. Bu sorunlu bir ruh hali. Bu ruh halini sağaltmanın yolu, olduğu gibi kabul edip haklı bulmak değil; reel hayatla yüzleşmeye zorlamak olmalı.

Şuradan başlayabiliriz: imtiyazların olmadığı, iktidar denkleminin herkes için geçerli şeffaf kurallarla şekillendiği, seçim sandığının iktidar kullanımına yansıdığı yeni bir siyasal sistem inşa ediliyor. Siyasi iktidara-AK Parti’ye, toplumdaki farklılığı tanıma, farklı yaşam tarzlarına saygı gösterme gereğini hatırlatalım. Öte taraftan, Gezi’ye katılanlara da, demokrasiye geçiş iradesi gösteren Türkiye’de, seçkinci ruh halinin gerçek dünyaya uyum sağlamayı zorlaştırmaktan başka bir işe yaramadığını hatırlatıp reel gerçeklikle, zamanın-hayatın değişim yönüyle yüzleşmeyi tavsiye edelim.

[Star Açık Görüş, 29 Haziran 2013]

Kurgu ile Gerçeklik Arasında Gezi Eylemleri

Kurgu ile Gerçeklik Arasında Gezi Eylemleri | Kitap | SETA

 

Gezi Parkı’nda başlayıp kısa sürede yerli ve yabancı birçok aktörü de bünyesine katarak yurdun dört bir yanına yayılan eylemler ile ilgili pek çok şey söylendi, yazıldı. Bu olayların tam anlamıyla “ne” olduğu, eylemcilerin “kim” olduğu, eylemlerin arkasında ne tür sosyal, ekonomik ve politik dinamikler olduğu, eylemcilerin sürdürdükleri bu eylemlerle neyi amaçladığı ve eylemlerin muhtemel toplumsal ve siyasal yansımalarının ne olabileceği ile ilgili her kesim kendi penceresinden tespitler yaptı.

Eski siyasal sistemin aktörleri ve ideolojisiyle işlevsizleşerek yerini yeni bir siyasal sistem arayışına bıraktığı, toplumsal ve siyasal hayatımızda yer bulan bütün aktör ve kesimlerin bu dönüşüm sürecine adapte olmak, bu süreçte rol almak üzere aktif bir katılım ve arayış içinde olduğu bir süreçten geçiyoruz. Siyasetin niteliği, işlevi ve öncelikleri değişiyor; siyasal kimlikler dönüşüyor; siyasal harita yeniden şekilleniyor. Üstelik bu değişim Türkiye ile sınırlı da değil. Türkiye’nin öteden beri ilişkide bulunduğu ve son zamanlarda had safhaya ulaşan bu ilişkinin karşılıklı bir etkileşime dönüştüğü yakın coğrafyamız da tarihi ve köklü bir değişim sürecinden geçiyor. İktidarlar el değiştiriyor, rejimler yıkılıp yeniden kuruluyor.

Bu süreçte meydana gelen Gezi eylemlerinin siyasal tarihimizde önemli bir momente denk geldiğine kuşku yok. Eylemlerin motivasyonu, hedefi ve sonuçları daha uzun süre siyaset hayatımızı etkilemeye devam edecek; gelişmeler bu olaya atıfta bulunularak yorumlanmaya çalışılacaktır.

Hatem Ete ve Coşkun Taştan imzalı rapor, olayların ikinci haftasında, eylemlerin sürdüğü dört şehirdeki (İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir) eylemcilerle gerçekleştirilen birebir derinlemesine mülakatların analiz edilmesine; eylemler süresince ve eylemler epey sönümlenmişken eylemler hakkında üretilen söylemin siyasal bir değerlendirmeye tabi tutulmasına; siyasi partilerin eylemlere ilişkin söylem ve politikalarındaki değişim ve sürekliliğin tahlil edilmesine ve son olarak da eylemlere ilişkin bütün bu katmanların ürettiği-üreteceği muhtemel siyasi yansımalara ışık tutmaya çalışmaktadır.

 

Mehmet Genç 1 Ağu 2013 Konu: Osmanlı Ekonomisi

 
1 Ağu 2013
Konu: Osmanlı Ekonomisi

PKK Çözüm Sürecinin Başından Beri Krizde


Okuldaki kavga ölümle bitti Arkadaşları tarafından darp edilen Ahmet Şahin hayatını kaybetti. 20 Eylül 2013 Cuma

Okuldaki kavga ölümle bitti

İstanbul'da bir okuldaki kavga ölümle bitti.

Küçükçekmece Kanarya'da bulunan okulun 7'inci sınıf öğrencisi Ahmet Şahin, okulda tartıştığı arkadaşları tarafından darp edildi.

 Olaydan hemen sonra hastaneye kaldırılan Şahin, hayatını kaybetti.

12 yaşındaki Ahmet Şahin, paydos zili çalınca evine gitmek için okul merdivenlerine koştu.
Ahmet Şahin ile arkadaşı F.D arasında önce merdivenlerde tartışma başladı.

Daha sonra birkaç öğrenci de olaya karıştı. 
Bir süre sonra Ahmet Şahin bir anda yere yığıldı.

Öğrencilerin bağrışları üzerine merdivenin başına gelen bir öğretmen Ahmet’i yerde yatarken gördü.
Küçük çocuk öğretmenleri tarafından hastaneye götürülürken yolda hayatını kaybetti.

Okulda yaşanan kavga, Ahmet’in yere düşmesi ve sonrasında yaşananlar ise okulun güvenlik kamerasına saniye saniye yansıdı.

Küçük çocuğun ölüm nedeni yapılacak otopsinin ardından belli olacak.

Olayla ilgili inceleme başlatıldı.