BeKoS tv Every Day A Film We are now less then a minute Türkiye'yiz

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

25 Haziran 2013 Salı

Ortadoğulu Aydınlardan 2023 Yorumu 20 Haziran 2013 Perşembe Ortadoğu Elitleri Türk Dış Politikasını Nasıl Algılıyor

Ortadoğulu Aydınlardan 2023 Yorumu

Fatih Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü tarafından 

8 ülkede entelektüellerle görüşülerek yapılan 

“Ortadoğu Elitleri 

Türk Dış Politikasını Nasıl Algılıyor?”

20 Haziran 2013 Perşembe 


Siyaset, bürokrasi, akademi, STK ve basın dünyasından 439 kişiyle görüşülerek yapılan ve sonuçları dün açıklanan araştırmada yer alan “On yıl içinde hangi ülke Ortadoğu’da en güçlü ülke olacak?” sorusunun tartışmasız cevabı Türkiye oldu. Irak, Suriye, Tunus, Libya, Filistin ve Lübnan’da aydınlar Türkiye’yi 10 yıl sonra bölgenin en güçlü devleti olarak görürken, Mısır ve İsrailli elitler, Türkiye’yi kendi ülkelerini ardından ikinciliğe yerleştirdi.

“Bölgenizde hangi ülkeyi bölgesel güç olarak adlandırırsınız?” sorusuna katılımcıların verdiği cevaplarda ise 10 yıl sonraki projeksiyonun aksine Türkiye-İran rekabetinin sonuca yansıdığı görülüyor. Irak, Mısır, Lübnan’da ‘İran’ en sık verilen cevap olurken, Suriye’de iki ülke yakın sonuçlar elde ediyor. Tunus ve Libyalı elitler bölgesel güç olarak yüzde 70’in üstünde Türkiye’yi adlandırıyor.

 

Araştırma, Türkiye’nin bölge tarafından nasıl algılandığına dair önemli ipuçları sunuyor. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye’nin uluslararası politikada daha fazla söz sahibi olduğu fikrini yüzde 85 oranla onaylayan bölge elitleri, Ankara’nın ekonomik ve askeri güç ve kabiliyetini aşan dış politika hedefleri olduğu düşüncesine de çoğunlukla katılmıyor. Mısırlı elitlerin yüzde 70’i böyle bir duruma inanmazken, Irak ve İsrailli elitler bu tespitin doğru olduğunu belirtiyor.

Türkiye’ye yönelik ‘mezhepçi dış politika izliyor’ eleştirisinin bölge elitleri üzerinde tesirli olduğu da araştırma sonuçlarından anlaşılıyor. Irak, Libya, Lübnan ve İsrail’de yüzde 50’nin üzerinde katılımcı Ankara’nın mezhepçi bir siyaset izlediğini düşünürken, Suriye, Tunus ve Mısırlı aydınlar bu görüşe katılmıyor. Katılımcıların toplamında yüzde 52’lik bir oranı, Türkiye’nin Ortadoğu politikasını mezhepçi buluyor. Sonuçlar katılımcıların dinî bağlılıklarına göre ayrıldığında ise Yahudi ve Şiilerin yüzde 80’inden fazlası Türkiye’nin Ortadoğu siyasetini mezhepçi diye nitelerken, Sünni elitlerin yarısından fazlası bu fikre katılmıyor. Sonucu yorumlayan Doç. Dr. Savaş Genç, “Biz durum budur demiyoruz ama algının bu şekilde olduğunu görüyoruz.” dedi.  Araştırma ekibinden Yrd. Doç. Dr. Özlem Bagdonas da bu sonuçlara rağmen Türkiye’nin hâlâ Doğu ile Batı arasında dengeli bir siyaset izlendiği sonucunun çıkartılabileceğini söyledi.

Bağımsız Kürt devletine en büyük destek İsrail’den

“Türkiye ülkenizin en yakın ilişkide olduğu kaçıncı ülkedir?” sorusuna Protestan ve Katolikler birinci ülkedir derken, Şiiler dördüncü sıraya koyuyorlar. Ülke bazında ise Mısır, Suriye ve Lübnanlı elitler Türkiye’yi birinci sıraya yerleştirirken, Iraklıların yüzde 30’una yakını Türkiye’yi en kötü komşu olarak görüyor. Araştırmaya göre bölge elitlerinin yüzde 60’ı ‘Türkiye’nin nihai hedefi Müslüman dünyasının lideri olmaktır’ diye düşünürken, bu oran en fazla yüzde 70 ile İsrail ve yüzde 80 ile Libya’da dile getirilmesi dikkat çekiyor.

“Bölgede bağımsız bir Kürt devleti olmalı mı?” sorusuna Iraklı elitler yüzde 60, Suriyeliler yüzde 75 oranında karşı çıkarken, Tunus, Libya, Mısır ve Lübnan’da da bağımsız Kürt devleti fikrine sıcak bakılmıyor. Buna karşın İsrailli elitler yüzde 88 ile bağımsız Kürt devleti fikrini destekliyor. Kürtlerin otonomiye sahip olduğu Irak’ta bağımsızlık isteyen yüzde 30’a karşı Iraklı elitlerin yüzde 60’ı bağımsız Kürt devletine karşı çıkıyor. Katılımcıların yüzde 60’a yakını Türkiye’nin nihai hedefinin Müslüman dünyasının lideri olmak olarak görürken, yüzde 52’lik çoğunluğu eski Osmanlı coğrafyasının koruyucusu gibi hareket etmektedir tespitine katılıyor.

Akit Yazarından Fethullah Gülen’e Sert Tepki “Ya hakkı söyle, ya da sus” diye bir söz, hiç duydunuz mu hocam? 25 Haziran 2013 Salı

Akit Yazarından Fethullah Gülen’e Sert Tepki 

“Ya hakkı söyle, ya da sus”

 diye bir söz, hiç duydunuz mu hocam?


25 Haziran 2013 Salı

 

 

Hükümeti yıkmaya yönelik Batı destekli kalkışmanın 

başlamasıyla kendisine bağlı yayın 

organlarından Başbakan Erdoğan aleyhine 

yayınlar yapılan Fethullah Gülen, haddi 

olmayarak siyasi demeçler vermeye devam 

ediyor. 

Başbakan'ın, Batı destekli isyancılara 

"çapulcu"

 demesini yanlış bulduğunu söyleyen 

Fethullah Gülen'e Akit Gazetesi yazarı Ali İhsan Karahasanoğlu bugünkü yazısında sert tepki gösterdi:

 

Doğru hocam, “çapulcu ifadesi”ni kullanmayalım..


Ama bunu söylerken, “çapulcu” denilenlere de bazı uyarıların olmalı değil miydi hocam? Madem konuya girdin..


28 Şubat sürecinde de sergilediğin, o malum alışkanlığı sürdürmek.. Hep bize nasihat edip, çok daha ağır hataları, küfürleri, münafıklıkları görmezden gelmek, ne derece doğrudur, hocam? “Çapulcu” demeyelim.. Peki, demeyelim.. “Haydi arkadaşlar, polis kıyafeti giyip, halkın içine karışalım. Ortalığı karıştıralım” diyenler hakkında bir fikriniz var mı, hocam? Bir açıklamanız olmadığına göre, itirazınız yok gibi algılasak, onaylamışsınız gibi yorumlasak, yanlış yapar mıyız hocam? Mesela, polise taş atalım mı hocam? Arkadaşlar, “Taş yetmez, molotof” diyorlar, o serbest midir, hocam? “Müftü karısıyım” diye ortaya çıkana ne diyelim hocam? “Geleceğin cennetlik anası” diye, elini öpelim mi hocam? Taksim’de bikinisi ile dans edene ne diyelim? Onun da, ayağının altını öpelim, gelecekte ne olacak, bilinmez.. Değil mi hocam!.. Camiye ayakkabıları ile girmiş gençler vardı.. Elverdiğince, o gençlere eleştirileri, bir sınırda tuttuk.. Hassas bir konu idi.. “Onlar elebaşı değil, onlar birer kukla” dedik.... Bu ifadeyi de kullanmayalım, değil mi hocam.. Doğan Haber Ajansı’nın çektiği bir videoyu, defalarca izledim. Sırf Süleyman Gündüz’ün, “Camide içki içilmemiş” açıklamasında doğruluk payı olabilir mi, “Gençler lehine bir çıkarımda bulunabilir miyim” diye.. Ama videoları izledikçe, tepem attı, sinirlendim, kahroldum.. Neydi o seyrettiğim görüntüler? Şunlardı hocam. Cami içinde, ortalık yere ayakkabıları ile oturmuş gençler. Hiç de öyle, panik durumu yok. Bir polis kovalaması sonrasında sığınılan bir cami içindeki telaş hali yok.. Kimisinin elinde sigara.. Kimisinin elinde cep telefonu. Hani herhangi bir sokakta insanlar ne durumda ise. Aynısı cami içinde.. Daha önemlisi.. Doğan Haber Ajansı’nın muhabiri de, minberin ne olduğunu bilmiyor olmalı ki.. Ardı ardına, minberin en üst noktasına çıkıp çıkıp inen birkaç kişiyi çekiyor.. Kocaman cami.. Minberde ne var ki, merdivenlerinden çıkıp çıkıp iniyorlar? Hem de ayaklarındaki ayakkabı ile..   Dahası var.. Kamera yavaş yavaş, minberin solundan, mihraba doğru görüntüleri aktarıyor. Gençler ayakkabıları ile bağdaş kurmuş sohbet ediyorlar, minberin hemen dibinde.. Ama o ne? Mihraba doğru geliyoruz.. İmamın secde ettiği bölüme.. Al işte.. Mihraba sırtını vererek oturmuş bir ayakkabılı genç daha.. Elinde su şişesi.. Küçük bir cami olsa, “Yer bulamamış genç  çocuk” diyeceğim. Ama koskoca cami.. Ve gelip, tam da mihraptaki çıkıntıya oturmuş. Ayakkabısı ile bağdaş kurmuş kardeşimiz.. Doğan Haber Ajansı’nın muhabiri, bu sefer uyanıyor. Gencin dikey olarak yarı görüntüsünü veriyor, bir ayağı tümü ile göründükten sonra, diğer ayağını çekmeden, geri döndürüyor kamerayı.. Rezaletin farkına varıyor, o da.. Şimdi, bu kardeşimize ben kızmamalı mıydım hocam.. Sinirlenmemeli, “Geleceğin Halid Bin Velid’leri” diyerek, gıpta ile mi bakmalıydım hocam?.. Günaha mı girdim, hocam.. Sırf camide yaşadığımız o çirkin görüntüye, Allah için kızdığımdan.. Yoksa cehennemlik mi oldum ben hocam? Dahası var.. Başbakan’a küfürler.. Ailesine küfürler.. Onlarla da ilgili bir çift sözünüz olacak mı hocam? Yoksa, “Onlar yarının Halid bin Velid’leri olabilir” diye, küfürleri de hoşgörü ile mi karşılamalıyız hocam? Bir komiserimiz öldü, bu gösteriler sebebi ile hocam.. Onun ölümüne sebep olanlara bir çift sözünüz yok mu hocam?.. Bir başka gencimiz, otoyolu trafiğe kapatan göstericiler yüzünden, duramayan bir aracın çarpması ile öldü.. Bu gencin katili, kim Hocam? Bir polisimiz, “Beni sıkıştırdılar, korktum, linç edileceğimi sandım. Havaya ateş ettim” diyor.. Ve karşısındaki bir genç ölüyor.. O gencin katili kim, hocam? Bir diğer genç de, “5 gündür uykusuzum..” diyerek çıktığı gösteride, belirsiz bir şekilde hayatın kaybetti.. “Dört insan”ımız, “üç ağaç” için can verdi..
 Bu kirli oyuna itiraz etmek, günah mıdır hocam!


“Ya hakkı söyle, ya da sus” 

diye bir söz, hiç duydunuz mu hocam?

“İngiliz-Yahudi Medeniyetinin Hedefi Başbakan Erdoğan” 24 Haziran 2013 Pazartesi Bu eskiden kanuni yollarla gelen koministlere de uygulanırdı

Prof. Teoman Duralı: “İngiliz-Yahudi Medeniyetinin Hedefi Başbakan Erdoğan”

 

Prof. Dr. Teoman Duralı, Taksim Gezi Parkı bahane edilerek 

 

yaşanan olayların arkasında İngiliz-Yahudi Medeniyeti 

 

olduğunu belirterek,

 

 "bunlar, içlerinden çıkmayan adamı yaşatmak istemezler. 

 

Bütün sorun bu. 

 

Başbakan Erdoğan ve ekibini götürmek istiyorlar"

 

dedi. 

 24 Haziran 2013 Pazartesi 

  Taksim Gezi Parkı odaklı yaşanan olayların 

arkasındaki iç ve dış bağlantılar tartışılmaya 

devam ediyor. 

MİT ve Emniyet istihabaratının 

araştırmalarına dayandırılarak yapılan 

açıklamalar ve yayınlanan haberlerde 

eylemlerdeki provokatörlerin değişik ülkelere 

bağlı yabancı ajanlar olduğuna yönünde. 

 

Uzman isimlerin değerlendirmelerinde de 

İngiltere, Almanya ve İsrail gibi ülkelerin ismi 

öne çıkıyor. 

Yazılarınızda sık sık 'Çağdaş/ Küresel İngiliz-

Yahudi Medeniyeti'ne vurgu yapan ve 

  

"Çağdaş Küresel Medeniyet- Çağdaş Küreselleştirilen 

 İngiliz-Yahudi Medeniyeti"

 

 adlı bir eseri de 

olan Prof. Dr. Teoman Duralı, son olayların 

 arkasında da bu güçlerin olduğunu öne sürdü.


"BAŞBAKAN VE EKİBİNİ GÖTÜRMEK İSTİYORLAR"

Taksim Gezi Parkı odaklı olaylarla ilgili Haber 7'ye değerlendirmelerde bulunan

Prof. Dr. Duralı, İngiliz-Yahudi Medeniyeti'nin temelini 

oluşturan sermayeciliğin, sömürgeciliğin ve 

emperyalizmin birbirleriyle payanda, iç içe 

geçmiş daire gibi olduğunu belirterek, 

"Bunlar, içlerinden çıkmayan adamı yaşatmak istemezler. 

 Bütün sorun bu.

 Başbakan Erdoğan ve ekibini götürmek istiyorlar"

dedi.


KOMİNİSTLERE OYNANAN OYUNUN AYNISI

28 Şubat'ın arkasında da İngiliz-Yahudi emperyalizminin olduğunu iddia eden Prof. Dr. Duralı,

 "Bu eskiden kanuni yollarla gelen koministlere de uygulanırdı. 

Şili'de Salvador Allende 1973 yılında serbest seçimle iktidara gelen ilk Marksist devlet başkanı olmuştur. 

Ancak 2 yıl sonra, burada olduğu gibi tencere-tavalar devreye sokulup ülke karıştırılmış ve askeri darbeyle indirilmişti"

 şeklinde konuştu.

Boks maçı örneği veren Duralı, 

"boks maça iyi bir semboldür. 

Boksör rakibinin bir tarafında yara 

açıldığında, oradan yüklenir ve rakibini yere 

indirir. 

Siyasette de durum buna benzer. Bir bir falso beklerler. 

Bazen emekli maaşları indirilmiştir ve ya birşeylere zam yapılmıştır burada da çok hassas bir konu olan ağaç bahane edildi" 

diye konuştu.


"BREZİLYA'DAKİ OLANLAR TAMAMEN FARKLI"

Taksim Gezi Parkı odaklı meydana gelen 

olayları beklediğini ifade eden Duralı, 

Brezilya'da yaşananların Türkiye'den çok 

farklı olduğunu söyledi. 

Brezilya'daki olayların 

konjöktörel bir durum olduğunu kaydeden 

Duralı, bu zamana gelmesini tesadüf olarak 

yorumladı.

 


BU BİR MEDENİYET HESAPLAŞMASI

Gezi Parkı olaylarının IMF ile alakalı 

olmadığını anlatan Duralı, şöyle devam etti:

 

"Bu bir medeniyet hesaplaşması. 

İyi saatte olsunların uykularını kaçırtan bir durum var ortada. 

Vurmak için fırsat kolluyorlardı. 

En sonunda hassas bir yerden vurdular. 

Halk hareketi gibi kotarmaya çalışıyorlar.

 İktisadi gelişme hükümetin elini güçlendiriyor 

ama mesele sadece ekonomik büyüme değil.

 Çin de gelişti ama orası Türkiye gibi karışmıyor. 

Neden? 

Çünkü Çin onların kucağıda.

 Türkiye'de yaşanan başka bir şey."

Duralı, 

"İngiliz-Yahudi emperyalizmi dediğimde kulak vermemişlerdi. 

 Görüyorsunuz dünyayı kafalarına göre biçimlendiriyorlar"

 dedi.

"ALMANYA DİYE BİR YER KALMADI"

Almanya faktörüne değinen Duralı, 

"Almanya diye bir yer kalmadı, 1970'lerde yok oldu. 

Tamamen İngiliz-Yahudi medeniyertinin güdümünde bir ülke var ortada. 

Onların yapamadıklarını Almanya yapıyor. 

Almanya'da 1950'lerde

 'Nazi'den uzaklaştırma hareketi' 

başlatıldı. 

Bizde de 

 'İslamsızlaştırma hareketi' 

başlatıldı ama biz de Almanya gibi yok olmadı" diye konuştu.

Ne kadar önemli adımlar atıldığını anlamak için 1988 Hürriyet Gazetesinin sahibi Simavi, Özal’a çok sert bir mektup yazdı “siz o yaratık değilsiniz” ifadesi dahi mektupta yer aldı

Ne kadar önemli adımlar atıldığını anlamak için...

Türkiye’de son 10 yılda atılan adımlardan sadece birini,

 “açılım sürecini”

 anlamak-anlamlandırmak isteyenler için 

“1990-1993” döneminde neyi denediğimizi ve 

yaptırmadıklarını, yaşananları ve sebep-sonuç

 ilişkilerini size aşağıda sunuyorum...

 

Birlikte bakalım;

1-1988 Hürriyet Gazetesinin sahibi Simavi, Özal’a çok sert bir mektup yazdı ! Mektup öyle bir noktaya varmıştı ki; 

“siz o yaratık değilsiniz” 

ifadesi dahi mektupta yer aldı.

 

2-1998-1990 arasında Türkiye’yi “Orta Doğu Denklemine “sokmak isteyenlerin baskısı içeride-dışarıda devam ederken, Amerika ile birlikte hareket etmek isteyen Özal’ın tavrına karşı Genelkurmay Başkanı Torumtay istifa etti.

3-Yıl 1992 Doğan Güreş Genelkurmay Başkanı. Amerika ile hareket edemeyen Özal’ın Ortadoğu-Orta Asya politikası farklılaşmaya başladı ve Özal başta Eşref Bitlis olmak üzere, İsmet Sezgin, Adnan Kahveci gibi isimlerle ilişki kurarak Demirel’in de “dahil olduğu” bir süreçte görüşmeleri başlattı. Bu kapsamda İsmet Sezgin 1992 yılında Irak’a gitti ve Suriye ile bazı girişimlerde bulundu ! 1992’nin başından itibaren ABD ile Ortadoğu’ya girelim diyen Özal, ‘Türkiye Ortadoğu’da kendi politikasını geliştirmeli’ derken söylemlerinde Türkiye’nin Avrasya Konfederasyonu’na geçebilecek bir yapıya sahip olduğunu ilk defa ortaya koyan kişi oldu ! Bir not : 1992 yılında Muavenet yanlışlıkla vuruldu! 

4-İsmet Sezgin’in temasları sonucu Türkiye ile İran arasında bir anlaşma imzalandı. Anlaşma PKK’nın tasfiye edilmesi ve Türkiye’nin İran’la Ortadoğu’da aktif olarak hareket etmesi esasına dayandı !

5-1992 yılında Eşref Bitlis Barzani-Talabani ile görüştü, protokol imzalandı ! 

 

Önemli not : Bu görüşmeler sürerken Eşref Bitlis ile Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş arasında çatışma başlıyor. 

 

Bitlis, yaşadıklarını arşive geçsin diye mektup halinde Özal’a aktarıyor. 

Özal ve Bitlis’in politikası aynı 

“Türkiye aktif olacak” !

 






 

6-1993 yılının Ocak ayında Demirel Suriye ile protokol imzalamak üzere Şam’a gitti ve aynı protokol imzalandı; Terör örgütlerinin tasfiyesi ve Türkiye’nin Ortadoğu’da aktif politikası için işbirliği yapılması. 

Yine not düşelim; 

 bütün bunlar olurken bugün tartıştığımız “Ergenekon-PKK” bağlantısının net delillerine Uğur Mumcu ulaşıyor ve Özal ile paylaşıyor.

 

 

Sevgili dostlar, şimdi sıkı durun, bakın bu noktadan sonra neler oluyor ?

 

 

1-1993 yılında Demirel’in Suriye’den 

dönmesini takip eden 60 gün içinde Uğur 

Mumcu, Adnan Kahveci, Eşref Bitlis 

aramızdan ayrılıyorlar!

2-Bu ölümler daha tartışılırken Nisan 1993’te 

Turgut Özal hayatını kaybediyor ve bugün 

konuşulan sorular zinciri ortaya çıkıyor. 

Özal ölmeden çok kısa bir süre önce ölen 

Bitlis’in mektubunu bir kez daha okumak için 

istetiyor.

 

 

3-Petrol Boru hattı keşif gezisi olduğu gün terör örgütü silahsız sivil araca bindirilen 33 askerimizi şehit ediyor !

 Tesadüfe bakın ki; haber bölgede keşif yapan İngiliz petrol şirketi yetkililerine anında Londra’dan ulaştırılırken  Türk medyası olayı 8 saat sonra öğreniyor

4-Temmuz 1993’de Madımak olayı yaşanıyor ve Türkiye’nin ilgi alanı kayıyor !

Bu olayların arkasından gelenleri de sayalım; 

1994 krizi ve devalüasyonu, Simavi’nin Özal’a mektup yazdığı gazete dahil Türkiye’de büyük şirketlerin el değiştirmesi, 1997-1998 krizi ve değişimin hızlanması, 28 Şubat süreci, 

1997-1998 Amerika’da 

“Yeni Bir Yüzyıl İçin Strateji”

 Belgesinin hazırlanması ve ilan edilmesi, 

2001 krizi-Türkiye’nin Derviş’e teslim edilmesi ve son deneme olarak Süleymaniye’de başımıza çuval geçirilmesi...

Sonuç 1: 1988’den başlayan 2003 yılına kadar devam eden Dünya Düzeni ve bölgemizi şekillendirme dinamiği, 2003-2013 arasındaki BÜYÜK HAMLELERLE, Türkiye’nin Özal’ın yapamadığını yaparak kendi yoluna gitme özgürlüğünü kazanmasıyla son buldu. 

Daha açık yazayım; 

Türkiye’yi istediği 

“kaba dökemeyen”

 küresel askeri-endüstriyel yapı, Türkiye’nin 

“bölgenin lideri olduğunu”

 kabul ederek bu politikadan vazgeçti...

Sonuç 2: IMF’nin Türkiye’den kovulması, içeride yerleşik yapıların çökmesi ve 2003-2013 arasında ortaya çıkan başarıyı doğru anlamalı, nasıl bir “kefeni yırttığımızı” çok çok iyi analiz etmeli -anlamlandırmalıyız !

Sonuç 3: “One Minute çıkışı” BAĞIMSIZLIK sürecinin başladığının ilan edilmesiydi ve arkasından ÇÖZÜM SÜRECİ dahil birçok yeni açılım geldi...

Son söz: 

Bu ülke Son 80 yılda defalarca BAĞIMSIZ olmayı denedi !

 Her seferinde paketleyip kutuya doldurdular! 

Bu sefer ÖZGÜR olmaya çok yakınız ve bu 

yolda kararlı bir şekilde yürüyen Başbakan 

Erdoğan’a sonuna kadar sahip çıkarak, bu 

sürecin sonunda ne pahasına olursa olsun 

Bağımsız-Cihanşümul Türkiye’ye geçeceğiz...

26 Haziran 2013 Çarşamba

Yiğit BULUT

Fenomenolojik Spekülasyon mu, Epistemolojik Materyalizm mi? Örgüt yaratmayı önceye alan bir süreç örgütlerin sorunlarında boğulan yeni bir örgüt olmakla sonuçlanacaktır

Fenomenolojik Spekülasyon mu, Epistemolojik Materyalizm mi?

“Bir felsefe ancak işgal ettiği konum aracılığıyla var olur ve bu 

konumu da esasen işgal edilmiş bir alemin doluluğunda, onu 

fethederek işgal eder.


 Dolayısıyla ancak çatışmacı farklılığıyla var olmaktadır ve bu 

farklılığı da, ancak mevcut öteki konumlar üzerinde sonu gelmez 

bir 

çalışmanın ortaya konduğu sapma aracılığıyla fethedip 

dayatabilir.”[1] 

Althusser
Felsefe içi çözüm yoktur! Felsefi sorunlar, felsefe sahnesinde kaldığınız sürece dönüp dolaşıp tekrar belirir; ya da sahnenin bir köşesindeki yerinden uygun anın gelmesini bekleyerek rolüne hazırlanır, o an geldiğinde de repliğini okur. Kurallı felsefenin, tüm “felsefe tarihinde” disiplinleri aracılığıyla farklı dizgelerle yöneldiği bu pratik çekicidir.
Spinoza’nın felsefesi ayrıcalıklı bir yerde durur. Kelimenin tam anlamıyla felsefe olmayı hak ettiği halde başka bir düzlemde felsefi devrimi ile felsefenin görünür sahnesinin oyununu tahrip eder, oyunun dışına çıkar, replikleri bozar. Bu nedenle bastırılmış, bastırılamadığı durumlarda yeniden ele alınırken tahrip edilmiştir.
Spinoza’nın klasik felsefe geleneğine dahil edilmesinin ilk adımı, onun materyalizmini, diğer metafizik projeler gibi ontolojik materyalizmle sınırlamaktır. Spinoza’nın güçlü, birikimli, kurala gelmeyen eseri oldukça avantajlı direnç noktalarına sahiptir. Ne var ki özellikle ontolojideki gücü kendi aleyhine gelişen bir sonuç yaratmıştır.
Burada, özellikle “yüklem” sorunu üzerinden Spinoza materyalizminin okunmasında özgül bir örnek olan Michael Hardt’ın[2] sınırlı materyalist okumasının Althusser eleştirisini ele almaya çalışacağız.
Hardt’ın Althusser eleştirisi, Deleuze’ün Spinoza’yı ontolojik materyalizmin sınırında kalarak okumasının tüm “avantaj”larını ve tutarlılığını arkasına alarak, Althusser’e yöneltilen daha çok tarihsel-politik bağlama yerleşmiş eleştirilerle dolaylı olarak benzer öncüllerden aynı sonuçlara ulaşmakla birlikte, esas olarak Spinoza okuması aracılığıyla kurulan felsefi-teorik bir temel üzerinde yükselmektedir. Spinoza’nın yüklemler sorununun ele alınışındaki farklılıklardan yola çıkar.
Hem Althusser’in özeleştiri dönemi ve geç dönem yazıları, hem de Althusser’e yönelik eleştirilerin önemli bir kısmı “teorisizm” başlığıyla “epistemolojik materyalizm”e yönelmektedir. Buradan hareketle teorik olanın pratik olana önceliği, politik olanın ihmali olarak anlaşılan bir yaklaşım öne çıkarılmış ve kıyasıya eleştirilmiştir. Felsefi planda ise materyalizmin ihlal edildiği iddia edilmektedir. Bu eleştiri, kendine politik alanda bulunma ayrıcalığını tanıyan “özne”lerden akademik dünyadan gelen “dar-Marksist” teorisyenlere kadar uzanan geniş bir alanı kapsar.
Hardt’ın Althusser eleştirisi, Spinoza okumasının Althusser aracılığıyla Marksist-materyalist edinimine “materyalist” iddialı bir itirazdır. Deleuze’ün Spinoza’nın “yüklemler”ine ilişkin ontolojik temelli yorumunu kullanan Hardt, bu bağlamda “kötü” örnek olarak Althusser’i işaret eder. Bu, aynı zamanda Althusser’in kendi eserine karşı en son müdahalesiyle kısmen örtüşen bir içeriktir. Müdahale, epistemolojik materyalizmin Spinoza aracılığıyla ifade edilen öncü tanımlamalarınadır.
I) Yüklemler Sorunu ve Ontolojik Materyalizm: Hardt’ın Arazı
Spinoza yüklemi şöyle tanımlıyor: “Yüklem [attributum] ile anlağın tözde onun özünü oluşturuyor olarak algıladığı şeyi anlıyorum.” (EI. Tanım 4)[3] Yüklemin Spinoza felsefesi içinde yarattığı tartışma bir bakıma epistemolojik materyalizm ile ontolojik materyalizm arasındaki ayrıma dayanan bir tartışmadır. Yüklemlerin ontolojik temelli kavranışı ve varlığın yapısına ilişkin tartışma bir paralelizm sorunu, yani düşünce yüklemi ve uzam yükleminin tözün eş ifadeleri olması sorunu olarak yaşanır. Epistemolojik temelli yüklemlerin ele alınışı ise bilginin oluşumu için bir hazırlık olarak yüklemler arasında epistemolojik engele dayanır ve yüklemler arasında bir paralellik değil ayrılık olduğunu ifade eder. Hardt’a göre yüklemler sorununun epistemolojik bir savunusunun “ortaya koyduğu en ciddi sorunlardan birisi, Spinoza düşüncesindeki idealist ya da öznelci bir eğilim tehdidi(dir)”. (Hardt: 130)
Spinoza’nın yüklemleri ele alışına daha yakından bakmak gerekmektedir: “Tanrı, ya da Tanrının tüm yüklemleri bengidir.” (EI. Ö 19) Tanrı’nın epistemolojik kavranışıyla birlikte ele alınması gerekir bu önermenin. Ancak diğer yandan Tanrı/Doğa’nın ontolojik bütünlük olarak ele alındığı halde bile bir tür bilginin ontolojik koşulu oluşturulmuş olur. “Düşünce [cogitatio] Tanrının bir yüklemidir, ya da, Tanrı düşünen bir şeydir.” (EII, Ö 1) “Uzam Tanrının bir yüklemidir, ya da Tanrı uzamlı bir şeydir.” (EII, Ö 2) “İdeaların düzen ve bağlantıları şeylerin düzen ve bağlantıları ile aynıdır.” (EII, Ö 7) Yüklemlerin epistemolojik ele alınışı 7. önermenin notuyla daha belirginleşir: “[Ş]eyler düşünce kipleri olarak görüldükleri zaman, bütün Doğanın düzenini ya da nedenlerin bağıntısını yalnızca Düşünce yüklemi yoluyla açıklamalıyız; ve şeyler uzam kipleri olarak görüldükleri zaman, bütün Doğanın düzeni de yalnızca uzam yüklemi yoluyla açıklanmalıdır” (EII, Ö 7 Not). Ortaya koyulan açıklayıcılık prosedürü ve düşünce ile uzam arasına koyulan epistemolojik engel yüklemlerin ele alınışının esas noktası ve açıcılığıdır.
Hardt, materyalizmin ontolojisini, epistemolojinin zihne ayrıcalık tanıdığı ön yaklaşımının etkisiyle, bu zaaftan kurtulmak adına yeniden düzenler. Sonuç ironiktir. Hardt, materyalizmi tahkim etmeye çalışırken ilk elden yüklemlerin ontolojik paralelizmi ile ontolojik materyalizmi, maddi olanı sınırlamayı düşünür. Böylece korunmaya çalışıldığı iddia edilen materyalizm ilk elden kurban edilir.
“Materyalizm bedenin zihne, fiziksel olanın zihinsel olana basit bir önceliğiyle asla karıştırılmamalıdır. Materyalizm daha çok felsefe tarihinde idealizmin bir düzelticisi, zihnin bedene önceliğinin bir reddi olarak tekrar tekrar görünür. Tıpkı Marx’ın Hegel’i düzeltmesi gibi Spinoza da Descartes’ı düzeltir. Bu materyalist düzelti önceliğin ters döndürülmesi değil fakat bedensel ve zihinsel olan arasında ilkece bir eşitliğin önerilmesidir. Deleuze zihnin önceliğinin bu reddinin varlığı tüm sıfatları (düşünce, uzam vb) üzerinde eşit bir biçimde önceliğine doğru işaret etmeye ve onu desteklemeye hizmet ettiğini açıklığa kavuşturur. Bu açıdan tek gerçek ontolojinin materyalist olması gerekir. Bir başka deyişle zihnin herhangi bir ayrıcalığı, sadece madde değil varlığın kendisi bir şekilde düşünceye bağlı olacağı için sistemin ontolojik yapısını tahrip edecektir. Öyleyse Deleuze bir idealist varlık açıklamasıyla savaşmayı sadece maddi dünyaya değer biçmek için değil ama daha önemlisi ontolojik perspektifin tutarlılığını korumak için de zorunlu bulur. Zihinsel olan ve bedensel olan varlığın eşit ifadeleridir: Bu, materyalist bir ontolojinin temel ilkesidir.” (Hardt: 131)
Ontolojik paralelizmi özetleyen bu uzun alıntı semptomatik sonuçlar verir. Öncelikle burada Spinoza’nın bir itirazına işaret etmek gerekir. Spinoza’nın Etik’teki düzeni 2. kitabın 13. önermesinde sarsılır. 13. önerme bir dizi Belit, yardımcı önerme, kanıtlama ile detaylandırılır. “İnsan anlığını oluşturan ideanın nesnesi bedendir, ya da edimsel olarak varolan belli bir uzam kipidir, ve başka bir şey değildir.” (EII. Ö13) Bu önerme hiçbir yerde paraleline çevrilmez, yani, bedenin nesnesi fikirdir ya da edimsel olarak var olan belli bir düşünce kipidir, diye bir önerme oluşturulmaz. Dolayısıyla Spinoza bir öncelik tezi ortaya koymuştur, uzam yüklemine ontolojik bir ayrıcalık tanımıştır!
Yine de geçerken değinilmiş olmanın ötesine geçen bu önerme yüklemlerin esas yönü değildir. Etika’nın dizgesinde beden-duygulanım mekaniğine bir giriştir. Ama sınır burada çekilmiştir bir kere: Hardt’ın materyalizme yüklediği anlamla bir dengeleme çabası kurallı felsefenin tam göbeğinden bir çözüm arayışıdır. Deleuze’ün paralelizm tanımı “zihin ve beden arasında her türlü gerçek nedensellik ilişkisini reddettiği gibi, birinin diğerine üstünlüğüne de izin vermez”[4] 
 şeklindedir. Bu tanımda belirtilen yüklemler arasında “nedensellik bağının olmaması” durumu ancak konulacak epistemolojik engelle olanaklıdır, ontolojik ele alış düalizmi çağırır. Diğer yandan materyalist öncelik tezinin elenmesi ontoloji sorununda materyalist kalmayı kuşkulu kılar.
Roy Bhaskar’ın tanımıyla ontolojik materyalizm “toplumsal olanın biyolojik (ve daha genel olarak fiziksel) olana tek yönlü bağımlılığını ve birincinin ikinciden doğduğunu” ileri sürer.[5] Bu anlamda yüklemlerle ilgili yapılan spekülasyon dışarıda bırakılırsa, Spinoza’nın ontolojik materyalizmi bir koşul olarak taşıdığı ifade edilmelidir.[6] 
Burada kalındığı sürece sorunun ele alınışında bir ayrım, özellikle felsefi bir devrim ortaya çıkmaz. Spinoza daha fazlasıyla esas olarak epistemolojik materyalizme uzanır. Hardt ontolojik materyalizmin indirgemeci metafizik yanından kurtulmak için niceleyici ifadelerle sorundan sıyrılmaya çalışmıştır. Aradığı felsefe içi bir uzlaşmadır. İmkansız olanı, yani tutarlı bir materyalizmi inşa etmeye çalışmaktadır.[7]
Spinoza’da Tanrı/Doğa özdeşliği üzerinden tek tez anlayışı ve buradan yola çıkarak varlığın üretici gücü ve şeylerin çabası dinamiği başka bir ontolojik yoruma işaret eder. Hardt, Deleuze’ün çözümünü, bu ontolojik yorumu kullanışlı bir yan yol olarak kabullenir. Varlığın sonsuz yüklem olarak ifadesini ve yüklemlerin eşitliğini benimser. Ayrıca düşünce ve bilme gücü olarak Tanrı’nın nesnel özü, varolma ve edim gücü olarak Tanrı’nın biçimsel özü tüm yüklemleri kapsayacak şekilde ontolojik tanımlamalara girişilir. (Hardt: 143) Ancak görüleceği gibi “düşünme ve bilme gücü” tüm yüklemlerin eşitlendiği bir ifade olur. Bu epistemoloji ile ontoloji arasındaki kısa devredir.
Yüklemler sorununu Spinoza’nın ontolojisinde kilit noktaya yerleştiren Deleuze’ün paralelizmidir. Hardt bu izleği sonuna kadar götürür: “Tartışmanın özü bir yanda töze diğer yanda zihne göre sıfatın [yüklemin] konumunu içerir: bu bir ratio essendi [özsel neden] ve ratio cognoscendi’nin [bilişsel neden] önceliği sorunudur. İdealist ya da öznelci yorum, sıfatı ilkin bir varlık biçimi değil bir bilgi biçimi olarak tanımlar. (…) tehlikede olan şey materyalist bir ontolojinin, varlığı düşüncede kurmayan bir ontolojinin bildik terimleridir.” (Hardt: 132). Buna karşın Spinoza, kurduğu sistemle, yüklemlerin bir varlık biçimi olarak, ontolojik indirgemeyle konu edinilmesine direnir. Etika 2. kitap 7. önerme ile öne çıkan “epistemolojik paralelizm” tüm kurgu üzerinde yıkıcı bir etki yapar.
Hardt “yüklemler”in epistemolojik ele alınışının, kaçınılmaz olarak düşünce yükleminin diğer yüklemler üzerinde bir ayrıcalık kazanmasına, öncelikli ele alınmasına yol açacağını ve bunun da öznelci, idealist bir fenomenoloji olduğunu öne sürüyor. Deleuze’ün varlığın güçleri ve varlığın yüklemleri ayrımı Hardt için sorunu çözmenin aracı olarak görülür. Varolma ve edim gücü ve düşünme ve bilme gücü. Birinci güç, varolma gücü Tanrı’nın biçimsel özüdür. Tüm sıfatlar bu öze, varolma gücüne biçimsel açıdan ayrı ifadeler olarak eşit biçimde katılırlar. Bu, ontolojik paralelizmin bir yeniden ifadesidir. Öyleyse ikinci güç, düşünme gücü Tanrı’nın nesnel özüdür.” Hardt’a göre “Bu iki güç formülleştirmesi epistemolojik perspektifin ontolojik olanda içerilmesiyle Deleuze’e düşüncenin diğer sıfatlar üzerindeki üstünlüğü nosyonuyla savaşma fırsatını verir.” (Hardt: 143). Çözüm, sahte bir çözümdür. “epistemolojinin ontolojide içerilmesi” bir tür ters çevirme operasyonu olmaktan öte gidemeyeceği gibi ampirist bir “pratik” kategorisini de gündeme getirir. Spinozacı perspektifte yüklemlerin, buradaki bağlamda düşünce yükleminin “özne” nin bir özelliği değil Tanrı/Doğa’nın bir yüklemi olduğu hatırlanmalıdır. Dolayısıyla buradan bir fenomenolojik indirgeme çıkmaz.
Althusser “Karşılaşma Maddeciliğinin Yeraltı akımı”[8] başlıklı 1982 tarihli tamamlanmış yazısında felsefe alanında kurallı materyalizm arayışına doğru daha önce başlattığı yolculuğunu son noktasına ulaştırır. Ancak bu da kendi tarzında olmuş, ontolojik materyalizme yönelişi felsefede tutarlı materyalizmin imkansızlığına uç veren tarzda çıktılar sağlamıştır. Bu, yine de, öğretici bir deneyim olarak kayıt altına alınmayı hak eder.
Althusser için bir materyalist “nereden gelip nereye gittiğini bilmediği trene hareket halindeyken binen adamdır.”[9] Eğretileme felsefe içinde kalmayı güçleştiren nitelik taşısa da arayış sürdürülür. Tutarlı bir materyalizm için köken ve erek sorunlarının klasik felsefe içindeki yerinden uzak durmanın önemini vurgulamak için kurulan eğretileme güçlü bir felsefi yana sahiptir. Ancak sorun burada yoğunlaşır, bu durum başka bir boyutta epistemolojiye kapalı bir tamlık sunar. Ayrım korunmuştur, epistemoloji ile ontoloji arasında geçiş imkansızdır. Ancak ontolojik materyalizm herhangi bir epistemolojinin olabilirliğini materyalist açıdan yadsımak için kurulur. Artık öncelik bir ayrım değildir, felsefede materyalist kalabilmek için epistemolojinin elenmesi gerekmektedir. Materyalizmin ontolojik tezinin tutarlı savunusuyla idealizmden uzak kalınacağı yönünde bir garanti arayışı arafta kalmayla sonuçlanır.
Althusser’in Spinoza’nın yüklemlerini ontolojik materyalizm ile bağlantılı ele alması da buradan başlar. “yağmurun, sapmanın, karşılaşmanın ve de tutmanın ‘maddeciliği’ (...) bir karşılaşma maddeciliği, dolayısıyla rastlantı ve zorunsuzluk (contingence) maddeciliği.”[10] olarak tanımlanan bu maddeci yer altı akımı içinde Spinoza baş köşededir, onun sonsuz yüklemleri Lucterius’un atomları gibi yağar:
“Yüklemler kendi belirlenimlerinin boş uzamında, insan dediğimiz (ruh ve bedeninin...) birlik sunmayan, karşılaşmaya yer vermeyen bu koşutluğunda, ancak bu kural dışı koşutlukta karşılaşabilen yağmur damlaları gibi düşerler. Düşünce ile bedene yüklenebilen çok küçük bir koşutluktur bu, ama gene de koşutluktur (…) Özetle karşılaşmaya yer vermeyen bir koşutluktur, ama yüklemlerin her birini taşıyan farklı öğeler arasındaki ilişkinin yapısı nedeniyle kendinde bir karşılaşmadır zaten.” [11]. Althusser sınırını erkenden çeker, yüklemlerin epistemolojik içeriği bir risk oluşturmaktadır, öncelikle nedensellik sorunu ve buna bağlı bilinebilirlik sorunu ortaya çıkar. Yüklemlerin belirlenemez sonsuz karmaşası vardır. Burada Düşünce ve Uzam yüklemlerine tanınan ayrıcalık risk belirtisi olarak algılanır. Althusser’in esas sorunu batı felsefesinin ise büyük sorununa, “bilgi sorunu ve bu sorunun çifte başlılaşığı (correlat) olan bilinen nesne ile bilgi edinen özne”[12] sorununa karşı çıkmanın yolunu aramak, bu felsefi ikiliğe karşı ontolojik bir tamlık inşa etmektir. Ancak ne pahasına? Felsefede kalmak için epistemoloji tamamen dışlanır, dolayısıyla saf ontolojinin ‘madde’ metafiziğinin içine dalmanın stabilize edilmiş yolu açılır. Burasının da ‘materyalist’ için yeterince huzurlu bir konum olmadığı açıktır.
Althusser Spinoza’ya yeniden başvurur; “insan düşünür”e indirgenen büyük sorun bir geçici çözüm olarak alınır. “Düşünce, düşünce yükleminin kiplerinin oluşturduğu diziden başka bir şey değildir ve bir Özne’ye değil, koşutluğa uygun olarak, yerkaplayım yükleminin kiplerinin oluşturduğu diziye göndermede bulunur.” [13] Geriye ise “... felsefenin ta kendisi olan boşluk kalır”[14]
Felsefe içinden daha tutarlı bir ontolojik sonuca yönelmek olanaksız görünüyor ya da felsefe içinde tutarlı materyalizm arayışında olunduğu sürece tutarlılık bizi felsefe-idealizm özdeşliğine taşıyor. Althusser ‘bilgi sorunu’nu reddetmek, dolaysız dünya içkinliğine yönelmek için Spinoza’nın 2. Kitap 13. Önermedeki ontolojik öncelik tezini kullanır ancak çözüm sahte bir çözüm olarak felsefe pratiğinin kendine yönelik bir yanılsamasıdır.
Althusser ‘bilgi’ konusundaki çıkışına, imgesel olana yönelik Spinozacı ayrımdan destek almaya çalışır. “İmgelem, hiç mi hiç, hiçbir bakımdan, bir yeti değil de, temelde kendi ‘verilmişliği’ içinde yalnızca aynı tek dünya olduğu halde, bir bilgi (üç türün ilki) kuramı olarak sunulma eğilimi taşınan tuhaf bir kuramdır bu. Spinoza işin temelini böyle kaydırarak her türlü bilgi kuramından kendini kurtarmakla kalmayıp, ötesinde hiçbir şeyin, bir doğa kuramının bile olmadığı ‘dünya’nın tanınmasına kapı açar”[15].
 Althusser imgesel olanın ontolojik içeriğini epistemolojik bilgi ayrımlarının ilk basamağı olarak oluşan imgelemi tüm bilgi sürecinin yerine koyuyor. Ayrımlar ortadan silinirken başlangıç ve sonuç olarak alınıyor; ama bu bile sınırlı kalmaya mahkumdur, çünkü İmgesel Spinoza’da Düşünce yükleminin kipleri aracılığıyla ele alınır. Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Althusser’in daha erken metinlerinde konuya yönelik cevap oluşturulmuştur. “Her türlü şıkta, o [Spinoza], sonsuz sayıda öz nitelikleri [yüklem] olan bir töz kuramı, ve iki özniteliğin [yüklem], uzam ve düşüncenin koşutluğu aracılığıyla, idealizmden sakınmak için önlemler almıştır. (…) Bu yoldan o, asgari genellik, yani bu durumda, kendilerini idealizmden ayırmak suretiyle bilgilerin üretimindeki somut süreçlerin araştırılması için serbest bir uzam açan maddeci savların genelliği içinde kalınmaktadır”[16]  
III) Ontolojik Spekülasyon ya da Hardt’ın Althusser Eleştirisi
Hardt’ın Althusser eleştirisi, Spinoza’nın yüklemler sorunuyla ilgili yapılan ayrıma dayanır. Althusser’de ontolojik sağlamlığın bulunmadığı, ontolojik materyalizmin eksik olduğu tespit edilir ve Althusser’deki eksikliğin yüklemlerin epistemolojik okunmasından kaynaklandığı, bu yanlışın doğal sonucu olduğu belirtilir. Dolayısıyla Althusser’in epistemolojik önermeleri, ontolojik tanımlamaya uygun olup olmadıkları yönünden sınanır ve uygunsuzluğun vücut bulmuş hali olarak örneklenir. Althusser bir kez daha haklıdır; ‘masum okuma’ yoktur!
Althusser’in epistemolojik dönemi, yani, Kapital’i Okumak ve Marx İçin’deki önermeler, bir tür fenomonolojik spekülasyonun parçası olarak adlandırılırlar. Hardt’ın eleştirisinde, “Bilişsel üretimi felsefe sahnesinin merkezine taşımak mantıksal ve ontolojik açıdan zihni gerçekten önceleyen varlığın temel üretken dinamiğini örter (Hardt 136) diye belirlenen sorun ontolojik öncelik sorunu olarak sunulur. Belirlenen “hasım, Spinoza ontolojisinin çeşitli noktalarda düşünceye gerçek bir ayrıcalık veriyor görünen entellektüalist bir okumasıdır” (Hardt 146) ve bu okuma, Spinoza düşüncesindeki Kartezyen kalıntı olarak damgalanacak ve böylece bilgi alanına açılan tüm kapılar idealizm eleştirisini tabi tutulacaktır. Althusser tam da ‘hasım’ olmayı hak edecek vebali taşır; bilgiyi üretim olarak ele alması ve materyalist epistemoloji için Spinoza’ya dönüşüyle olduğu kadar etkisinin genişliğiyle de... Aynı zamanda eserinin felsefenin olanaklılığını sorgulatıcı sonuçlarıyla da…
Hardt’a göre, “Althusser’in ratio cognoscendi’nin [bilişsel neden] merkeziliği konusundaki ısrarı fenomenolojik spekülasyona merkez olan bir özelliktir. Fenomenolojistlere göre gerçek şeyleri kendilerinde düşünmeden önce bu şeylerin bilincimize, zihnimize nasıl sunulduklarını düşünmeliyiz” (Hardt 135). Fenomonolojik idealizm dış dünyanın varlığını askıya almakla işler ve Althusser’e yöneltilen eleştiri bu temele dayanır, ancak burada epistemolojik sorunsal ontolojik bir tamlık arayışından eleştirilir, daha doğrusu ontolojik bir spekülasyon aracılığıyla eleştirilir. Althusser’in bilgi nesnesi-gerçek nesne ayrımı, bu ontolojik spekülasyonda bilgi nesnesinin gerçek nesne karşısında önceliğinin savunulduğu varsayımıyla eleştirilir. Bu, temel ayrımı yok saymaktır. Fenomenolojik indirgeme ontolojik bir karakter taşır ve özne merkezlidir, izlendiğinde spekülatif idealizmle birleşir. Diğer yandan şeylerin bilgisinin şeylere içkin olduğu ve özne tarafından bilginin sökülüp çıkarılacağı yönlü ampirist idealizme de açıktır. Dolayısıyla ‘bilgi sorunu’nu ‘özne-nesne’, ‘öz-görünüş’ ikiliklerini, karşıtlıklarını üreterek çözmeye çalışır. Sonuç, birincilere ikinciler karşısında ontolojik öncelik vermektir.
Althusser eleştirisi paranteze alınırsa, Hardt’ın fenomenolojik spekülasyon eleştirisi, ontolojik planda kalındığı sürece haklıdır; ontolojik düzeyde düşünceye verilecek ayrıcalık dolaysız olarak idealizme ulaşır, ama düşünceye tanınan ayrı bir varlıksal statü de aynı sonucu üretir. Althusser’in meselesi epistemolojik bir ayrım olarak bilgi nesnesi-gerçek nesne ayrımıdır ve Spinoza’nın yüklemlerinde ifade ettiği, esinlediği düzlemden yola çıkıp verimli sonuçlar doğurmuştur. Spinoza’nın yüklemler arasına koyduğu geçişsizlik Althusser’de bilgi nesnesi ile gerçek nesne arasındaki epistemolojik engele dönüşmüştür. Hardt işin kolayına kaçar ve Althusser’in okuma stratejisini ‘özne’ merkezli olmakla suçlar; bir tür nesnelliğin reddi, dolayısıyla nesnel olana yönelik ontolojik ret diye öne sürülen eleştiri Okumanın teorik yapısını bir yana bırakır, fenomenolojik spekülasyon iddiasına destek olarak sunulur. Ana hedef bilgisel gerçeğin üretildiği ‘teorik pratik’tir.
Sorun, saf bir pratik alanı olarak spekülasyona gelmeyen ontolojik bütünlüktür. Diğer yandan öyle bir sorun vardır ki, Hardt kendi spekülasyonuyla boğuşmak zorundadır: “Pratik kategorisi” dolaysız yapma etmeyle, edimsellikle özdeş kabul edilmesine rağmen tam da bir örtü, bir tür felsefi spekülasyon uğrağıdır. O halde dolayımsız, sözsüz eylem alanına, yapıp etmelere gönderme yapmak durumundadır, ki bu onun spekülasyon dışına çıkışını garantileyemez, ancak onu edimsel varoluşa ilişkin spekülasyon haline getirir. Diğer bir çözüm ise felsefe alanının kurallarının dışına çıkmaktır; ama kurallı dizgeselliği tahrip ederek epistemolojik alan açılmalıdır. Spinoza yüklemlerinin oluşturduğu platform böyle bir çıkışın olanaklılığına, çözüme, malzeme sağlar. Hardt’ın da anladığı gibi bu soruna müdahale “Althusser’in materyalist ve fenomenolojik spekülasyonu, kesinlikle onun meşhur teori içinde pratik, “teorik pratiğin teorisi” kavramını sunmasına izin veren şeydir”. (Hardt 137) Ve Hardt buna karşı konumlanır: “Sıfatların (yüklemlerin) nesnel yorumu, aksine pratiği spekülasyon alanından uzaklaştırır”; Ontolojizm uğruna, teori-pratik karşıtlığı pratik elenerek yeniden üretilir! Pratik kategorisinin spekülasyon dışına çıkarılması teorinin onun tam karşıtı olarak, saf teori olarak varlık kazanması anlamına gelir ki bu da ontolojik monizmi dağıtma müdahalesidir. Daha önce sunulan ‘materyalist’ ontolojik planın iki bileşimli eşitliği, paralelizmi bunu ‘müjdelemişti’ bize zaten…
Devam edelim: “Althusser’in teori ve pratik arasındaki ilişki kavrayışına daha yakından baktığımızda çoğu kez örtülü ama eserinde daima mevcut temel bir fark buluruz; Althusser’de teorik ve pratik arasında karşılıklı ilişki sonunda teoriye daima sürekli bir öncelik tanır; pratik sürekli olarak zayıflatılır, yeniden canlandırılır, kuşatılır”. (Hardt 171) Niceleyici nitelemelerin teori altı bolluğu bir yana bırakılırsa, burada, Althusser’e farklı alanlarda gelen eleştirilerin ortak tınısı yankılanıyor. Hatta bir adım ötede Althusser’in özeleştirisinin ‘Spinozacı’, ‘teorist’ belirlemeleri benzer bir içerikte olsa da bu kadar naif karmaşa taşımaz. Öncelikle o ‘teori ile pratik arasında karşılıklı ilişki’ sorununu ortadan kaldırmaya yönelik müdahalede bulunur ve bu açıdan teoriye ‘daima’, ‘sürekli bir öncelik’ yüklenmez. Teori alanında teorinin hükmü geçerlidir yalnızca. Ama tartışma Spinoza üzerinden yürütülüyorsa, ona başvurmak daha yararlı olmaz mı? “Ne beden anlığı düşünmeye, ne de anlık bedeni devim ya da dinginlik ya da dinginliğe, ya da başka herhangi bir şey varsa, başka herhangi bir şeye belirleyebilir.” (E III. Ö.2) Althusser bu epistemolojik ayrımı sonuna kadar izlemiş ve buna uygun davranmıştır. Sadece o kadar!
Hardt’ın felsefi bakışıyla ayrım ontolojik bir ayrım olarak alındığında kaçınılmaz olarak varlığın hiyerarşik düzeni, bir yüklemin diğerine önceliği ortaya çıkar. Burada düşüncenin uzama önceliği ya da uzamın düşünceye önceliği yaklaşımını indirgemeci bir felsefi ontoloji olarak gördüğü için, Hardt, yüklemlerin indirgenemez eşitliğinin Deleuze yorumuna sadık kalır. Sorundan kurtulmuş gibi yapmanın diğer adıdır bu.
Materyalizm açısından madde ve düşüncenin ontolojik birliği, epistemolojik ayrılığı ifade edilmelidir. Ki Spinoza bunu eserinde defalarca vurgular. Bir şeyin kavramıyla o şey arasındaki ilişkinin bir ayrılık ilişkisi olduğu yönünde ünlü çember ve çember fikri örneği ilk akla gelendir. Spinoza burada nominalizmin ontolojik indirgeme problemine kapılmadan ilerleyebilmiştir.
Hardt, Deleuze aracılığıyla ontolojik sorunu sürekli olarak epistemolojik olanın karşısına dikmektedir. Yüklemlere uygulanan ontolojik yorumsama bir tür düalizm doğurmaktan öte gitmez. Yüklemler arasındaki ‘paralelizm’ ontolojik planda alındığında ve bunun ontolojik koşulu töz, Tanrı/Doğa, paranteze alındığında ‘karşılıklı ilişki nosyonu’ materyalizm alanından dışlanmış gibi görünürken ‘pratiğin teorinin gölgesinden çıkarılması’ adına bir tür idealizm peydahlanır. Sonuç; ontolojik anlamda teoriyi pratikten koparırken, epistemolojik anlamda teori ile pratiği özdeş kabul etmeye giden ampirist idealizme yakın gibi görünmektedir. Hardt’ın Althusser için ifade ettiği fenomenolojik spekülasyon, eleştiri içeriği olarak uygun olmamakla birlikte, onun eleştirdiği esas olarak Althusser’in epistemolojik materyalizmidir.
Althusser, tutarlı bir Marksist felsefe geliştirmeyi amaçlayan girişiminde, Spinoza gibi güçlü bir materyalistin felsefi desteğini alır. Önce geriye çekilip sonra ileriye fırlama olarak değerlendirilebilecek bu Spinoza dolayımı, kurucu nitelik taşımıştır.[17] Spinoza’nın mirası materyalist epistemoloji için önemli avantajlar taşır ve Althusser bu avantajları olabildiğince verimli kullanmıştır. Spinoza esininin açık yanı bir yana, özeleştiri döneminin geri çekilmeciliğinde ‘teorisizm’le birlikte ‘Spinozacılığın’ da üstlenilmesi, epistemolojik materyalizmin savunulmasında Spinoza felsefesine yönelik eleştirilerin de üstlenilmesini beraberinde getirir. Dışarıdan bir etki olarak Spinozacıların, özellikle Spinoza’nın eserindeki ontolojik materyalizmin sınırında olanların eleştirileriyle de hesaplaşmak gerekir. Hardt’ın Deleuze’e dayanan ontoloji temelli Spinoza okuması ve ontolojik materyalizm için yüklemler sorununu ele alışı, bu yönüyle Althusser’i karşısına almakta sonuna kadar haklıdır.
Althusser’in Kapital’i Okumak ve Marx İçin’de ortaya koyduğu felsefe ontolojik materyalizmi bir sorunsal olarak almaz, temellendirmeye yönelik dolaylı çıktılar haricinde, ontolojik materyalizme yönelik önermeler ancak izler halinde seçilebilir. Bir bakıma, epistemolojik dönem diye ele alınabilecek bu çalışmalarda ontolojik materyalizm var sayılmış, felsefi bir koşul olarak sistemin içinde kabul edilmiştir. Ele alınan esas sorun materyalist bir bilgi teorisinin oluşturulmasıdır ve Althusser’in epistemolojik materyalizmi, felsefe içi tartışmaları izleyerek basamak basamak inşa edilir.
Althusser’in Spinozacı yüklemler sorununu epistemolojisine içkin, adını anmadan ele aldığını ve ayrımlarını inşa etmekte kullandığını söyleyebiliriz. Sorunu nadiren adıyla andığı yerlerden birinde şöyle der: “Spinoza yüklemlerin koşutluğunu töz kavramıyla yumuşatmış ve düzenlemiştir; Spinoza’da farklı yüklemler tek ve aynı tözün yüklemleridir. Yüklemlerin ilintisi kavramının oynadığı rolü töz kavramı oynamaktadır (…). Yüklemlerin ayırt edilmesi ancak onların birbirlerine ilintilenmeleri şartıyla mümkündür.[18] Burada örtük bir epistemoloji ontoloji ayrımı bulunur. Tözün ontolojik koşuluna karşın yüklemlerin epistemolojik ayrımı ya da bilgi ilişkisi olarak oluşumları…
Althusser’de bilgi bir üretimdir.[19] Bilgi üretiminin üzerine inşa edildiği ayrım, bilgi nesnesi ve gerçek nesne ayrımıdır. “Bilgi nesnesinin üretim süreci tamamen bilginin içinde cereyan eder.”[20] Ayrımla, materyalist tezin sağlamlaştırılmasına yönelik gerçek süreç ile düşünce süreci arasına epistemolojik bir engel koyulur. “Kendi ‘nesne’si karşısında çalışan bilgi, bu durumda gerçek nesne üzerinde değil, terimin kesin anlamıyla (bilgi) ‘nesnesi’ni oluşturan ve bilginin en ilkel biçimlerinden itibaren gerçek nesne’den ayrı olan kendi hammaddesi üzerinde çalışır (...) dolayısıyla, dönüştüreceği, yani hiç durmadan dönüştürülmüş, ama bilgi nesnesi anlamında nesne’sine yönelmekten asla geri kalmayan bilgiler üretmek için gelişim süreci boyunca biçimlerini değiştireceği nesne olarak üzerinde çalışır.”[21] Bilgi sürecinin gelişim seyri her türlü ampirist yaklaşıma karşı güçlü bir savunudur. Bu, teoriye verilen ayrıcalık suçlamasının da esas kaynağını oluşturur. Hardt’ın dikkat çektiği ama ontolojik indirgemeye payanda yaptığı gibi, “Gerçek nesne veriliyken düşünce nesnesi gerçeklikte özgül bir ilişki içinde üretilir.” (Hardt 135)
Epistemolojik materyalizmin bilgiyle gerçek ayrımı üzerinden konuşan Althusser’de, Hardt’ın eleştirisinde ‘ratio cognoscendi’nin (bilişsel neden) önceliği olarak alınan bir ontolojik öncelik bulunmaz. Burada öncelik tezi bilginin koşuluyla ilgilidir. Burada döne döne vurgulanması gereken şudur: “Gerçeğe dair düşünce ile bu gerçek arasında bir ilişkinin varlığından hiç kuşku yoktur, ama bu bir bilgi ilişkisidir. (…) yoksa gerçek bir ilişki değildir; bundan anlamamız gereken, bilgisi (...) düşünce olan bu gerçek içinde kayıtlı bir ilişkidir. Gerçeğin bilgisi ile gerçek arasındaki bu ilişki, bu ilişki içinde bilinen gerçeğin ilişkisi değildir. Bilgi ilişkisi ile gerçek ilişkisi arasındaki bu ayrım temeldir: Eğer buna uyulmazsa, kesinlikle ya kurgusal idealizme ya da ampirist idealizme düşülür.”[22]
Yüklemler konusuna dönersek, yüklemlerin varlık tarzı olarak ele alınması uzamın düşünceye önceliği olarak ampirist idealizme dayalı bilgisel sorunu gündeme taşır. Spinoza bu soruna kiplerde, yani düşünce yükleminin kipi olan zihin ile uzam yükleminin kipi olan beden arasında bedene ‘son kertede’ ayrıcalık vererek müdahale eder. Yüklemlerin epistemolojik ayrımında ise ısrar eder. Düşünce yükleminin kipleri olan fikirler ve bu fikirlerin fikirleri ve yine bu fikirlerin fikirlerinin fikirleri kendi iç nedenselliğine sahiptir. O zaman yüklemler için düşüncenin önceliğini savunmak gibi uzamın önceliğini savunmak da eş bir sorun ortaya koyar.
“Gerçek nesne ile bilgi nesnesi arasındaki ayrımın, iki düzenin terimleri arasındaki iki-tekanlamlı denkliğin ideolojik (ampirist ya da mutlak idealist) mitinin yok olmasına yol açtığı...”[23] akıldan çıkarılmazsa, gerçeğin düşünceye indirgenmesi ve gerçeğin düşüncesinin gerçeğin kendisine indirgenmesi önünde set oluşturulmuş olunur. Materyalist epistemolojinin bu ayrımına yönelik müdahale dışarıdan yüklenilmeye çalışılan ‘pratik’ ölçütüdür. Aynı zamanda teori ile pratik karşıtlığının felsefede üretilen şekli idealist bilgi teorisinin özne-nesne ikiliğini de üretmiştir. Althusser klasik felsefenin bu sorununa neşter vurur: “ne bir yanda, cisimsiz, maddesiz saf bir entelektüel görü olan teori, ne de diğer yanda, ‘elini hamura sokturan’ tamamen maddi pratik vardır. Bu ikiye bölünme, bir ‘bilgi teorisi’nin aklın ‘çıkar’larından tamamen başka çıkarları yansıttığı ideolojik bir mitten başka bir şey değildir”[24].
Hardt’ın eleştirisinin kilit noktası “teori ve pratik arasındaki ilişki” (Hardt 169) olunca bu konuya yakından bakmak gerekiyor. Öncelikle bir itirazla başlayalım. Teori ile pratik arasında ontolojik bir ilişki varsa bu ilişki değildir. Gerçekliğin yerine ikame edilen bir felsefi kategori olarak saf sözsüz pratik vardır. teorinin ayrı ontolojik statüsünü kabul etmek materyalizmi sekteye uğratır, pratiği belirli bir özneye yüklemek de aynı sorunu gündeme getirir. Yok eğer savunulan epistemolojik 'ilişki' ise bu düzeyde bir ilişki değil teori ile pratik arasında, yapma ile bilme arasında, Spinozacı yüklemlerin diliyle düşünce ile uzam arasında epistemolojik engel vardır.
Althusser’in Marx’ın eserinde ve Marksizmin içinde gömülü olarak ya da Lenin’in eserinde ‘pratik’ haliyle var dediği teori ötesi ve öncesi dolaysız saf gerçeklik, ontolojik bir kategori değildir. Teorik bir sunuma kavuşmamış bilgi nesneleridir. Althusser, “teorik sorunumuzun çözümü Marksist pratik içinde uzun süreden beri, pratik olarak zaten mevcut (…) ‘çözümü’ teorik olarak dile getirmek” [25] için teorik pratiğe başvurur. Peki Althusser ‘pratik’ dediğinde ne anlamalıyız? O, pratiği, “belirli bir verili hammaddenin belirli bir ürüne dönüşüm sürecini; belirli bir insan emeğinin belirli (‘üretim’) araçlarını kullanarak gerçekleştirdiği dönüşümü...”[26] olarak alıyor. Teori de bu noktada pratiğin özgül bir biçimidir. Bilgi nesnelerinin işlendiği ve bilginin üretildiği bir pratik. Althusser tarafından bu mekanizma bilgi sürecinin gelişiminde ortaya konulmuştur ve “teorik pratiğin teorisi” de bu bilgi sürecinin bir aşamasıdır.
Hardt’ın tüm eleştirisi, “Teoriye, bilime atfedilen soyutlamayı, son kertede, gerçeğin kendisi olan somutun karşısına çıkar[tır].”[27] Dayanılan karşıtlık da bu temel üzerine kurulu olmakla makuldür. Althusser’in, “Teori, kendisine has bir nesneye uygulanan ve onun içinde kendi ürününübir bilgi– elde eden özgül bir pratiktir” ve bir teori pratiği vardır[28] belirlemesi; Hardt’ın eleştirisinde fenomenolojik spekülasyon olarak alınıyor. Yüklemlere gönderme yapıldığında ise bunun teoriye, düşünceye tanınan öncelik olduğu sabitlenerek ontolojik bir sorun tespit ediliyor.
Teorinin önceliği eleştirisi, bilgisel pratiğin gerçekliğini, soyutlamaların gerçekliğini ve bunların ürünü olarak bilginin, teorik somutun gerçekliğini inkar eder. Bunun karşısına, pratik olduğunu ileri süren ve bu pratik ile dolaysız ilişkisini kendisi kuran, pratiğin dolaysızlığının bilgisi olarak doğru’yu upuygun temsil ettiğini kabul eden ve bunu materyalizm adına yapan bir spekülasyon çıkar. Ya da belirli bir pratiği, bilgiyi üreten özgül pratiği yadsıyarak başlamak gerekmektedir! Spinoza’nın materyalist eserinin ontolojik indirgemecilikle, indirgemeden kurtulma iddiasına rağmen ele alınan hali, yüklemlerin ontolojik edinimi, esasta materyalist iddialı bir idealizmdir. Bir yanını madde idealizmi diğer yanını daha alt düzeyde bulunan düalist bir idealizm oluşturur. Althusser'in eserinin epistemolojik dönemi bu tür idealizme güçlü bir cevaptır ve Spinozacı olma vasfını sonuna kadar taşır.

Süleyman Yılmaz Bulduruç


[1] Louis Althusser, Makyavel’in Yalnızlığı ve Başka Metinler / Althusser’in Mirası, Çev.: Turhan Ilgaz, Epos Yay., Ankara 2004, s. 224.
[2] Michael Hardt, Gilles Deleuze - Felsefede Bir Çıraklık, Çev.: İsmail Öğretir-Ali Utku, Birey Yay., İstanbul 2002. Hardt’ın kitabından yapılan alıntılar parantez içinde sayfa numarası ve yazarın adıyla belirtilecektir.
[3] Spinoza, Etika, Çev.: Hilmi Ziya Ülken, MEB Yay., 1965 ve Törebilim, Çev.: Aziz Yardımlı, İdea Yay., 2000. Etika’dan yapılan alıntılar metin içinde alıntıdan sonra parantez içine alınarak belirtilmiştir. Her iki çeviriden izleme kolaylığı için Etika için “E” harfi, önerme için “Ö” harfi, kitap numarası için roma rakamı, önerme numarası için Arap rakamı kullanılmıştır.
[4] Gilles Deleuze, Spinoza: Pratik Felsefe, Çev.: Ulus Baker, Norgunk Yay., İstanbul 2005, s.25.
[5] Roy Bhaskar “Materyalizm”, Çev.: Sina Şener, içinde Tom B. Bottomore, Marksist Düşünce Sözlüğü, İletişim Yay., İstanbul 2002, s.423.
[6] Teori ve Politika külliyatında, özellikle ilk 15 sayıda ontolojik ve epistemolojik materyalizmin felsefi statüleriyle ilgili etraflı tartışma yürütülmüştür. “Ontolojik materyalizm, radikal bir tarzda tekçi olmalıdır: Her şey maddedir, evrende madde dışında hiçbir şey yoktur. Özne-nesne, bilinç-varlık, özgürlük-zorunluk gibi kategorik karşıtlar ya da ikilikler, kesin bir şekilde reddedilecektir. (…) Ontolojik materyalizmin, madde tezini belirlemeye, açıklamaya dönük her girişimi artık, idealizmle sonuçlanacaktır. İdesiz idealizm bu momentte ortaya çıkacaktır.” “Epistemolojik materyalizm, bilgi ile gerçek sorunu üzerinedir. Gerçek ile onun bilgisinin indirgenemezliğini savunur. Ontolojik materyalizm, varlığın ne'liği üzerinedir. Varlık maddedir. Düşünce olarak adlandırılan şey de maddedir; bir madde türü, ya da maddenin bir formudur.” (Metin Kayaoğlu, “Eleştiri Silahı ve Silahların Eleştirisi / Marksizmde Ayrımlar”, Teori ve Politika, Sayı 8, Sonbahar 1997, s.20.)
[7] Materyalizmin ontolojik tezinin indirgemeciliğinden kurtulmak için felsefe içi çözümler aranmaya devam edilmektedir. Bu arayışlar verimli tartışmalar için de ön açıcıdır. Burada iki örneğe işaret edelim. Önce S. M. Tura: “1) Evren olaylardır. 2) Olaylar (belirlenimci veya olasılıkçı) doğa yasalarına göre uzay-zamanda neden-sonuç ilişkisine göre meydana gelen enerji dönüşümleridir (transformasyonlardır). 2’) Bir olayın tüm anlamları da olaydır. 3) Evren uzay-zamanda enerji dönüşümleridir. (...) 1. 2. 3. tezleri ılımlı materyalist tezler olarak nitelendiriyorum. 2’ ise ağır materyalist tezdir.” “Zor materyalist teze (2’) gelince (...) anlam bir beyin olayından başka bir şey değildir, o halde fizikseldir.” (Saffet Murat Tura, “Öznesi Olmayan Süreç 2”, Baykuş Felsefe Yazıları Dergisi, Sayı 4, Haziran 2009, s.224-226.) Diğer örneğimiz ise Zizek: “Maddecilikle idealizm arasında günümüzde yaşanan mücadeleyi burada, bu topraklarda bulmalıyız: idealizm maddi (ön)koşullarının terimleriyle değerlendirilemeyecek ideal bir Olay koyutlar, buna karşın maddeci iddia da olayın ‘arkasına’ geçip Olayın yarığın içinden çıkıp Varlığın düzeninin içine/içinde patladığını inceleyebildiğimizi söyler.” “‘her şey maddedir’ savıyla (...) ‘madde olmayan hiçbir şey yoktur.’ savı (öteki yanıyla ‘hepsi değil madde’yle, maddi olamayan fenomenler için bir uzam açan sav) arasında temel bir fark vardır. Bunun anlamı, gerçekten radikal bir maddeciliğin tanım gereği indirgemeci olmadığıdır: ‘her şeyin madde olduğunu’ öne sürmek yerine ‘maddi olmayan’ fenomenlere özgül olumlu bir varolmama (namevcudiyet) sağlar.” (Slavoj Zizek, Paralaks, Çev.: Sabri Gürsel, Encore, Mart 2008, 166-168.)
[8] Althusser, Felsefi ve Siyasi Yazılar / Kriz yazıları, Cilt 4, Çev.: Alp Tümertekin, İthaki Yay., İstanbul 2009, s.247-295.
[9] Althusser, Gelecek Uzun Sürer, Çev. İsmet Birkan, Can Yay., İstanbul 1996, s.238.
[17] Althusser Spinoza’ya dönüşünü Marx’ın neden Hegel’e uğramak zorunda kaldığını anlamak için Spinoza’ya uğramayı yeğleyerek uzaktan uzağa onun verdiği örneğin izinden gittiğimi düşünüyorum” diye açıklıyor. (Althusser, Makyevel’in Yalnızlığı, a.g.e., s.225.) Başka bir yerde ise ‘Marx’ın felsefesinin Hegel’den yaptığı zorunlu dolambaç konusunda bizi düşünmeye mecbur eder. “Marx’ın Hegel’den yaptığı dolambacı biraz daha iyi görebilmek için biz de Spinoza’dan dolandık.” (Althusser, Özeleştiri Öğeleri, Çev.: Levent Turan, Belge Yay., İstanbul 2000, s.42.)
[18] Althusser, Felsefi ve Siyasi Yazılar / Psikanaliz Üzerine Yazılar, Cilt 3, İthaki Yay.,, Çev.: İrvem Keskinoğlu, İstanbul 2008, s.175-176.
[19] Althusser, Kapital’i Okumak, Çev.: A. Işık Ergüden, İthaki Yay., İstanbul 2007, s.78.
[25] Althusser, Marx İçin, Çev.: Işık Ergüden, İthaki Yay., İstanbul 2002, s.202.


Dünya Marksizmi, boyutları gelecekte daha iyi anlaşılacak ağır bir dönemden geçiyor.

Marksizmin ihtiyaçları, dünya ölçekli yükümlülükler doğurmaktadır.

Tarihsel-politik okullardan birini baz alarak yükümlülükleri anlamak bile olanaksızdır.

Sosyo-politik yapının ve Marksizmin acil gereklerini karşılamak, enerjilerini kendi dar ve eksikli dünyalarının acil gereklerine hasreden örgütsel yapıların işi olmaktan çıkmıştır.

Örgütlerin girdiği tıkanma sürecini, teori yönünden, örgütlerin içinden yapılacak müdahale ile aşma imkanı kalmamıştır.

Örgüt yaratmayı önceye alan bir süreç örgütlerin sorunlarında boğulan yeni bir örgüt olmakla sonuçlanacaktır.

Türkiye'de politik Marksizm için bir teorik-politika misyonu oluşturmak gerekmektedir.

 

 

“Hakikatperestlik karşısında 

şahsiyetperestlikten

ve

insanperestlikten 

kaçınmak gerekir.” 

(Hz. Ali)