BeKoS tv Every Day A Film We are now less then a minute Türkiye'yiz

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

23 Haziran 2013 Pazar

‘Gönül kırıklıkları’nı gidermek lazım 24 Haziran 2013 Taksim Gezi Parkı olayları, genelde Türkiye'nin yüz yıllık tarihi içinden ya da uluslararası siyaset cephesinden yorumlandı

‘Gönül kırıklıkları’nı gidermek lazım.

 Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan

 

 

Taksim Gezi Parkı olayları, genelde Türkiye'nin yüz yıllık tarihi içinden ya da uluslararası siyaset cephesinden yorumlandı.

Siyaset dışında sosyolojik analizlere girişenler de olmadı değil. Ancak hazırda bekletilen bazı kavramlardan, sahaya inemeyen kalıp cümlelerden öteye geçmek zor. Âkil İnsanlar Heyeti ile “Kürt meselesi” için Marmara Bölgesi'ni dolaşan Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan, toplumdaki ‘birikmiş enerji'nin çok önceden hissedildiğini söylüyor. Bu enerjinin, bugün olmasa başka zaman mutlaka açığa çıkacağını düşünen Arıboğan, uluslararası dengelerin yeniden kurulduğu bir dünyada, yeni hareketlenmelerin de doğal olduğunu belirtiyor. Ama ona göre en büyük sebep ‘gönül kırıklıkları'. Kürt meselesinde olduğu gibi Alevi meselesinde de görülen bu ‘gönül kırıklıkları' yıllarca horlanmış toplulukların devlete karşı öfke duymasına yol açıyor. Açılımlar bu anlamda tansiyonu düşürüyordu ancak Gezi Parkı sonrası oluşan atmosfer, artık ‘tanınma' politikalarının kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Deniz Ülke Arıboğan’la Timaş Yayınları’ndan çıkan “Büyük Resmi Görmek” kitabı etrafında yaşananları konuştuk.
Daha önce örneği olmayan bir olayı yaşıyoruz, Gezi Parkı eylemleri Taksim'den başlayarak tüm Türkiye'ye taşındı. Nasıl okumak lazım?
Taksim meselesi uzun bir süredir birikmiş bir enerjinin açığa çıkmasıdır. Son 10 yıldır dünya üzerinde büyük bir dönüşüm yaşanıyor. Türkiye, bu dönüşüme bir tepki veriyor. İçerde de vesayetçi sistemin yıkılması ve demokratikleşme çabası, diğer yandan merkeziyetçi bir yapıya doğru gidiş var. Ayrıca Cumhuriyet döneminin egemen sınıfı yerini yeni aktörlere bırakıyor. Bu dönüşümün yarattığı enerji birikimi çok yoğundu ve bir yerde patlak vermesi kaçınılmazdı. Ben olayı, başlangıçta yanlış yönetilmiş bir mikro krizin, makro çerçeveye yayılması ve bir enerji atımı olarak değerlendiriyorum.
Olayların aktörü ya da aktörleri kim?
Türkiye dönüşürken, eski Türkiye ile ittifak halindeki yapılar bundan memnuniyet duymuyor. Özellikle Türkiye'nin yeni dış politikasından kaynaklanan bir Türkiye muhalifleri cephesi oluşmuş durumda. ABD yönetimi ile en iyi ilişkilerinizin olduğu bir noktada, en büyük muhalefeti yine ABD içerisindeki bir gruptan görebilirsiniz. Bu bakımdan devletsel değil, siyasal hatlardan ve türdeş olmayan aktörlerden söz etmeliyiz. Özetlersek bir tarafta Türkiye'nin dış politika hattının ve dünya üzerindeki konumlanışının değişmesinden rahatsız olanlar; öte tarafta Erdoğan hükümetinin 3. döneminde daha otoriter bir çizgiye doğru evrildiğini ve bunun Türkiye'ye biçilen rol modeline aykırı olduğunu düşünenler var. Arkalarda da “ittifakları koparırsan çok da güçlü olamazsın” mesajı ile Erdoğan ile yeni anlaşma yapmak isteyenler var.
Türkiye'de çıkarılmak istenen bir toplumsal çatışma, bir mezhep çatışması endişesi var. Bu endişeyi nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye'deki hemen bütün sosyal fay hatlarında kaynama var. Biz bunu Akil Heyet toplantılarımızda gözlemledik. Problemin sadece PKK ya da Kürt meselesi üzerinden çözümlenemeyeceğini, Türkiye'nin bir genel demokratikleşme atmosferine ihtiyacı olduğunu tespit ettik. Bunun temel sebebi, mağdur edilmiş kesimlerin kendini ifade etme arayışının çok belirgin olması. Tıpkı Kürtler gibi Alevilerin de toplumla değil, devletle sorunu var. Alevi cemaatinde devletin uyguladığı politikalar üzerinden biriken kızgınlığı görseniz bile, bu yıkıcı bir isyan değil. “Bizi de dinleyin, biz de varız” diye şekillenen bir gönül kırgınlığı var ortada. Cemevleri meselesi ciddi bir incinme duygusu yaratıyor. İnançlarının saygı görmediğini, dolayısıyla kendilerinin tanınmadığını düşünüyorlar. Bu bir kimlik ve haysiyet meselesi, teolojik bir konu değil.
Mezhepsel bir çatışma zemini gördünüz mü peki?
Sünni-Şii gerilimi Ortadoğu'dan Türkiye'ye ihraç etmeye çalışılan bir mesele. Halkın birbirine yaklaşımında şimdilik bir gerginlik yok. Ama bu bir garanti değil; bir iki tane provokatif eylemle oluşabilir. Mesela köprünün isminin Yavuz Sultan Selim olarak seçilmesi yanlış bir uygulama oldu. Siyasal-toplumsal kimlikler “seçilmiş zaferler” ve “seçilmiş travmalar” üzerinden kurgulanır. Birilerinin zaferi diğerinin travması olduğunda çatışma kaçınılmaz hale gelebilir. Kimileri bu ismi referanduma sunmanın demokratik olduğunu düşünüyor. Bu daha büyük bir yanlışa sebep olabilir. Çünkü olay, toplumu ikiye bölecek bir referandum kampanyasına dönüşür.
Bunları Başbakan Erdoğan'a ilettiğiniz raporlarda da not ettiniz mi?
Alevi meselesindeki hassasiyeti iletmiştik ara toplantıda. Aleviler açısından kendini ifade etme isteğinin belirginleştiğini söylemiştik. Lakin bu, bizim keşfettiğimiz bir durum da değil, Sayın Başbakan ve hükümet üyeleri zaten bunları biliyor ve politika geliştirmeye çalışıyorlar. Sadece Kürtler ve Aleviler değil kendisini mağdur hisseden bütün kesimlerin söyleyecekleri sözler var. Bu insanların temel haklarını, mağduriyetlerini daha onlar söylemeden, talep etmeden devletin tespit edip onlara sunması lazım. Çatışmaya dönmesinin üzerinden, geri adım atarak hakkın verilmesi sağlıklı değil.
Arap Baharı'ndan ilhamla bir Türk baharı karşılaştırması var...
Son dönemlerde dünya sathında iki farklı kapitalizme eklemlenme modeli ortaya çıkıyor. Bunlardan ilki ABD-Avrupa çizgisinde liberalleşme, özgürlükler, haklar üzerinden gelişen ve demokrasi ile kapitalist iktisadi gelişimi birebir endeksleyen yaklaşım. İkinci model ise Çin ve Rusya gibi yarı demokratik ortamlarda ortaya çıkan kapitalist model. Buralarda haklar ve özgürlükler değil, istikrar ve güven ön planda. Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki mücadele de, “bir kapitalistleşme olacak ama hangi modele göre” olacağı çatışmasıdır. Türkiye, iktisadi, sosyal ve siyasal yapısıyla Ortadoğu ülkelerinden çok farklı ve Avrupa demokrasilerine çok daha yakın bir model. Ama arafta duruyor.
Gençler, internet ve sosyal medya olayın tetikleyicisi. Gençlerin üslubuna uygun olarak nasıl çözülebilirdi?
Bu gençler, yani 1980 sonrasında doğan Y ve Z kuşakları, coğrafi sınırlar içinde endoktrine edilmiş, katı milli ideolojilerle yetişmiş bir kuşak değil. Bunların sathı vatan değil, dünya. Facebook ve Twitter üzerinden ortak zeminler kurup, kutuplarda ortaya çıkan bir çevre felaketi için de Gezi benzeri bir eylemi yapabilecek duyarlılığa sahip gençler görüyoruz. Olay siyasî değil, sosyolojik bir çerçevede ele alınsaydı kolayca yumuşatılabilirdi. Bizim kuşağımızın zihinsel kalıplarına göre etrafta farklı düşünenler değil düşmanlar vardır. Baktığımızda tezgâhlar, komplolar, örgütler, devletler görürüz. Maslov'un teorisindeki gibi. “Elinde çekiç olan her şeyi çivi olarak görür” ya! Bizler elimizde çekiçle doğmuş bir nesiliz maalesef. Bütün ortamları da kendimize benzetiyoruz. Bir kez topluluk oluştuktan sonra içine devletler, istihbarat servisleri, örgütler girer, provokatörler de sızar. Bu zemini hazırlamamak asıl olan.
Başa dönersek Gezi'de işi bu noktaya getiren gelişmeler ve kilometre taşları neydi?
Birincisi ilk gün eylemcilere yönelik sert polis müdahalesiydi. Ama kitleselleşmesi Başbakan Erdoğan'ın yaptığı iki konuşma ile oldu. Bu, bir kesim tarafından “sizi yok sayıyorum” beyanı olarak algılandı. Bu, gönül kırıklığı yaratan bir şey. İnsanların gönülleri kırıldı, incindiler. Kürt meselesinin, Alevi meselesinin temelinde de devlete karşı duyulan gönül kırıklığını görüyorsunuz. Devlet insanının, insanlar da birbirinin gönlünü kırmamak zorunda. Bunun üzerine, toplumsal psikolojiyi okuyan birileri de durumdan vaziyet çıkartmayı başardı. Olayı Erdoğan karşıtı bir kalkışmaya dönüştürme çabasına girdiler. Çatışma çözümlerine göre her konu üzerinden pazarlık yapılabilir ama insanların kimlikleri ve haysiyetleri üzerinde pazarlık yapamazsınız. İnsanlar aç yaşamayı kabullenebiliyor, büyük savaşları göze alabiliyor ama “haysiyetime dokunma, kırma, incitme, beni tanı” diyor. Bu felsefeyi mutlaka içinde barındırmalı bir sistem. En küçük azınlığı bile tanımak, saygı göstermek demokratik bir devletin özü.
Gönül kırıklıkları nasıl telafi edilir, yaralar nasıl sarılır ilk etapta?
Ben her şeyin başlangıcını dil yarası olarak görüyorum. Sayın Başbakan üslubunu balkon konuşması üslubuna çektiği sürece bütün Türkiye'nin başbakanı olarak birçok gerilimi hafifletebilir. Ayrıca Başbakan Erdoğan, mikro meselelere müdahil oldukça bunların makro düzeyde çatışmalara dönüşeceğini söyleyebiliriz. Yukarı çıkıp üst siyasetle, dünya meseleleriyle ilgilenmesi gerekiyor.
Taraflar ne çıkarmalı buradan?
Protesto demokratik bir haktır ancak bu bir işgale, şiddet hareketine, hakarete dönüşemez. Güvenlik güçlerinin küçük kıvılcımları büyük yangınlara dönüştürecek önlemlere başvurmaması gerekiyor. Muhalefetin ise aynaya bakıp yeni kuşakların beklentileri nasıl karşılanabilir, eski kuşakların gönülleri nasıl alınabilir planlamasına girmesi şart. İktidarın da yüzde 50 oyla iktidara gelseniz bile, tüm Türkiye'yi göz önünde bulunduran politikalar uygulanmadığı zaman sadece yüzde 1 ile bile koca bir ülkenin geleceğiyle oynamak mümkün. Çoğunlukçu değil çoğulcu davranabilmenin yollarını bulmak lazım. Türkiye halkına tek tip bir formatı dayatmak ve “vatandaşımızın inancı, ahlakı, dünyaya bakışı şöyle olmalı” diye bir hat belirlemek hepimizin kaybedeceği bir oyuna girmek olur. Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün vatandaşlarını makbul kabul etmek gerekiyor.