BeKoS tv Every Day A Film We are now less then a minute Türkiye'yiz

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

23 Haziran 2013 Pazar

Burhan Doğançay'ın resimlerinde izlediğimiz görsel birikim, dünyada kent yaşamının son 40-50 yıllık zaman dilimine Bürokrasi ve sanat arasında ilişkin ipuçları da verir

 Bürokrasi ve sanat arasında


Burhan Doğançay'ın resimlerinde izlediğimiz görsel birikim, dünyada kent yaşamının son 40-50 yıllık zaman dilimine ilişkin ipuçları da verir.

 

Bürokrasi ve sanat arasında

Doğançay, 1962’de Turizm Bakanlığı’nın New York Ofisi’nin başına geçmek üzere ABD’ye gittiğinde de bürokrasiyle sanat arasında bir ‘çifte hayat’ yaşar. Fakat 1964’te buradaki görevinin sona ermesi ve Paris’e transfer edilmesi söz konusu olduğunda karar anı gelmiştir; hayatındaki tutku da o zaman somutluk kazanır. Paris’e gitmeyi tercih etmez; işsiz kalmayı, dahası New York’taki binlerce adsız sanatçıdan biri olmayı göze alır. Bir süre epey zorluk çeker. Sanatsal açıdan, Paris’teki görevi kabul etmemesinin üzerinde durmak gerekir. 1960’lı yıllarda Paris, dünyadaki gelişmeler açısından olmasa da Türkiyeli sanatçılar için hâlâ sanatın merkezidir. 1950’li yıllardan itibaren oraya yerleşenler arasında Fahrelnissa Zeid, Nejad Devrim, Selim Turan, Avni Arbaş, Mübin Orhon, Tiraje, Abidin Dino, Hakkı Anlı gibi sanatçılar vardır; sanat eğitimi açısından da tercih edilen başlıca şehirdir. New York’ta olup bitenlerse Türkiye sanat ortamına çok uzaktır. Türkiye’de bu yıllarda kısır bir yerel-evrensel tartışmasının etrafında biçime temelli yaklaşımların hem sanatçılar hem sanat yazarları tarafından geleneksel hat sanatının, yerel ve folklorik motiflerin bir tür yansıması olarak görüldüğü bir dönem yaşanmaktadır. Giderek yükselen bir sosyal hareketlilik içinde ‘kent’ değil ‘köy’ olgusu ön plandadır.
Doğançay’ı Doğançay yapan olguların başında ise kent olgusu ve New York gelir. Kendisi de “New York’a gelmeseydi, duvarlara yönelik böylesi bir tutku geliştireceğinden şüphe ettiğini” söyler. Doğançay’ın 1960’larda bu kentte bulduğu sanatsal ortam da bu tutkuyu besler. Rauschenberg, Warhol, Lichtenstein, Rosenquist, Indiana gibi öncü Pop sanatçılarının döneme damgasını vurduğu yıllarda kent olgusu, duvarlardan billboard’lara, afişlerden gündelik tüketim nesnelerine tüm cepheleriyle başroldedir. Hazır-imgeye ve popüler kültür imgelerine dayanan, soyut dışavurumculuğa, pentür geleneğine alternatif bir sanat yapma biçimi olarak ortaya çıkan bir modernist kırılma yaşanmaktadır. İngiltere ve ABD’de Pop akım, Fransa’da Yeni Gerçekçilik gibi yaklaşımlar, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki süreçte ‘kent’ olgusunun çeşitli cepheleriyle gündeme gelmesine yol açmıştır. İçe bakan bir soyut dışavurumcu ressamlar kuşağının yerini, dış dünyayı gözlemlemekte olan genç kuşak sanatçılar almaktadır.
Doğançay’ın kendi kişisel arayışları, sanattaki bu dönüşümle aynı zamana denk gelir. Pentür geleneğini ve kaygıları itibariyle modern sanat çizgisini sürdüren bir sanatçı olmasına rağmen, kendi içsel kırılmasını, tıpkı dönemin diğer çağdaş ressamları gibi, etrafına bakarak, bu dönemde yaşamaya başlamıştır. Böylece Doğançay, salt kendi izlenimlerinden oluşan daha geleneksel kent görünümlerini terk edip, başlı başına bir kavramsal arayış olarak ‘iz’ olgusu üzerine gitmeye başlamış ve bu şekilde kendi özgün üslubuna kavuşmuştur. Doğançay’ın 1960’lardan günümüze her biri birbirinden beslenen ‘Kent Duvarları’, ‘Kapılar’, ‘Sapaklar’, ‘New York’un Mavi Duvarları’, ‘Kurdeleler’, ‘Çifte Gerçeklik’ gibi farklı resim serileri bu sürecin ürünüdür. Tüm bu serilerin dikkat çekici bir özelliği, temel bir sanatsal problem olarak gerçeklik ile temsil arasındaki gelgit üzerinde kurulmuş olmalarıdır. ‘Kurdeleler’ gibi ‘soyut’ resimleri de dahil olmak üzere Doğançay’da gördüğümüz her imgenin gerçek hayatta bir karşılığı ve hemen hepsinin fotografik bir eskizi vardır. Öte yandan Doğançay, duvarlarda kültürün ve doğanın yarattığı izlerin estetik yönüne çekim duyduğu kadar, bu duvarların anlattığıyla da yoğun olarak ilgilenen bir sanatçı olmuştur.
Doğançay’ın resimlerinde izlediğimiz görsel birikim dünyada kent yaşamının son 40-50 yıllık zaman dilimine ilişkin ipuçları verirken, bu resimlere kaynaklık eden fotoğraflar, o zaman dilimine ilişkin başlı başına alternatif bir antropolojik görsel tarihtir. 1982’de Pompidou’da açılan ‘Fısıldayan Duvarlar’ sergisinden sonra ressamlığının yanı sıra fotoğrafçılığıyla da tanınmaya başlayan Doğançay’ın dünya duvarları arşivi, onun hem özgünlüğünün hem de güncelliğinin temeltaşı olarak görülebilir. ‘Arşiv’ olgusunun resmi tarih oluşumundaki rolünü sıkça sorguladığımız şu günlerde Doğançay’ın 1960’lardan bu yana oluşturduğu dünya duvarları arşivi, resmi tarih yerine duvarlara insanın bıraktığı izlerle, resimlerle, yazılarla şekillenen gayri-resmi bir tarihi gözlerimizin önüne getirir, bir ülkenin kalbinin duvarlarında attığını söyleyen ve kuşkusuz önce bu cümleyle hatırlanacak bir görsel birikimi geride bırakan sanatçıyı doğrular.
Son yıllarda Doğançay her ne kadar sanat piyasasında resimlerinin ‘kırdığı rekorlarla’ gündeme gelse de bu yalnızca küçük bir çevreyi ilgilendiren bir meseledir. O rekor fiyatlar nedeniyle gördüğü yoğun ilgi, ölümünden önce kendi birikimini sergilemek üzere açtığı Doğançay Müzesi’ni yaşatmaya yetecek midir; yoksa orası bugün de olduğu gibi genellikle ıssız mı kalacaktır, izlemeye değer.

 

1953, PARİS

Bu gençlik fotoğrafı, tutkusunun Doğançay’ı nasıl yönlendirdiğini çok iyi ifade eder: Takım elbiseli şık bir adam görürüz; yirmili yaşlarında. Paris’te ekonomi doktorasını yeni bitirmiş, Ankara’da Ticaret Bakanlığı’nda çalışmaya başlayacak. Ne var ki başka bir ilgi alanı var belli: O resmî haliyle sokakta kaldırıma oturmuş desen çiziyor.

 Eski bir Doğançay yazısına Eski Yunan’da cenazelerde ölenin ardından sorulduğu rivayet edilen bir soruyla başlamışım: “Tutkulu bir insan mıydı?”
Bu soru sanki bugün sorulmuş gibi de devam etmişim: “Yaşına çok yıllar ekleyip de yaşlanmayan bir adam, dünyanın dört bir yanında sokakları arşınlıyor; kent duvarlarının fotoğraflarını çekiyor; duvarlara yapıştırılmış broşürleri, afişlerin kıvrık köşelerini, solmuş görüntüleri biriktiriyor; ceplerini kent duvarlarının artıklarıyla dolduruyor, bu torbalar dolusu kent birikintisine hem mecazi hem gerçek anlamda yeniden hayat veriyor...” 

 

Tutku değilse nedir bu? 

Yıl 2002’ydi o zaman; Doğançay 73 yaşındaydı.

 Gençmiş!.. 

Şimdi o soruyu gerçekten sormanın vakti gelmiş. Doğançay 84 yaşında öldü.
Bir gençlik fotoğrafı, tutkusunun Doğançay’ı nasıl yönlendirdiğini çok iyi ifade eder: Takım elbiseli şık bir adam görürüz; yirmili yaşlarında. 

 

Paris’te ekonomi doktorasını yeni bitirmiş, Ankara’da Ticaret Bakanlığı’nda çalışmaya başlayacak. Ne var ki başka bir ilgi alanı var belli: O resmi haliyle sokakta kaldırıma oturmuş desen çiziyor. Sanat eleştirmeni Richard Vine’ın yorumu pek yerinde: “Bu kadar rafine bir adamı, hoyrat ve azılı bir biçimde kentsel olana çeken neydi gerçekten?”
Doğançay, 1953’te Paris’ten Türkiye’ye döndükten sonra da resim yapmayı hiç bırakmaz;

 

 babasıyla birlikte açtığı sergiler epey ilgi de görür. 

 

 Doğançay’ın esas sanat öğretmenidir harita subayı olan babası Adil Doğançay (1900-1990); küçük yaşlarından itibaren gezi ve sanat merakını ona aşılayan kişidir. 

 

Adil Doğançay ile Burhan Doğançay, birlikte ilk sergilerini açtıkları günlerden itibaren farklıdırlar birbirlerinden. 

 

Ama ortak bir noktaları vardır; ‘izlenim yakalamak ve yaratmak’ merakı. Adil Doğançay geleneksel bir doğa izlenimcisidir; Burhan Doğançay ise yıllar geçtikçe ‘izlenim’ kavramının sınırlarını genişleten çağdaş bir kent izlenimcisidir.