BeKoS tv Every Day A Film We are now less then a minute Türkiye'yiz
YEiNKAPI MEVLEViHANESi SON POSTNiŞiNi ŞEYH ABDÜLBÂKi EFENDi iSTANBUL
YENİKAPI MEVLEVİHANESİ SON POSTNİŞİNİ ŞEYH ABDÜLBÂKİ EFENDİ İSTANBUL
Tanıyanlar, Abdülbâki Efendi’nin yüksek bir ilim ve irfan seviyesine
sahip olduğunda hemfikir.
Hüseyin Vassaf ondan bahsederken
“ilm ü fazlı
edeb ü terbiyesi, her türlü mehasin-i ahlakı, fart-ı tevazuu itibarıyle
cidden bais-i iftiharımızdır”
diyor.
Abdülbâki Dede imparatorluğun son
günlerinde vazife yapıyor. Balkan, Trablusgarp,
Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşları hep bu kısacık dönemde cereyan
ediyor.
Herkes gibi şeyh efendi ve Mevlevîhâne de etkileniyor
sıkıntılardan.
Divan sahibi bir şair olan Abdülbâki Dede’nin (Baykara)
gönlü de vatan toprağı gibi yangın yerine dönüyor:
“Yıkıldı hâne-i
kalbim harâbe-zâr oldu / Vatan mıdır acebâ böyle târumâr oldu…”
Balkan ve Çanakkale savaşları esnasında Yenikapı Mevlevîhânesi’ni
hastaneye çeviren Abdülbâki Dede, diğer mevlevîhânelerin de aynı
maksatla kullanılmalarının sağlanmasına vesile oluyor.
Söz bu bahse
gelmişken Mücâhidîn-i Mevlevîyye Alayı’nı bir daha hatırlamak gerekiyor.
Osmanlı ordusunun bir cepheden diğerine koştuğu yıllar.
Ne halkta ne
askerde takat kalmış, ancak İttihat ve Terakki Birinci Dünya Savaşı’na
girmek niyetinde.
Abdülbâki Dede, aralarındaki hukuka dayanarak padişaha
milletin bir savaşı daha kaldıramayacağını açıklıkla izah ediyor.
Sultan Reşad’ın, Dede’ye,
“Oğlum, bu harbin iki neticesi vardır:
Galibiyet veya mağlubiyet.
Eğer galip gelirsek bizim menfaatimizedir,
milletin menfaatine mâni olmak hıyânettir.
Mağlup da olabiliriz.
Fakat
bu deliler
(ittihatçılar)
bir defa karar vermişler ve girmişler.
Mâni
olmanın imkânı yok.
Önlerine geçerek mâni olmağa çalışsam beni
mahvederler.
Bu ise büsbütün delilik olur.”
dediğini Şeyh Efendi’nin
küçük oğlu Resuhi Baykara hatıralarında aktarıyor.
Bir kez savaşa
girilince yapılacak tek şey kalıyor; orduya maddi, manevi destek olmak.
İşte bu günlerde kuruluyor Mücâhidîn-i Mevlevîyye Alayı.
Bütün
tekkelerden gelen tasavvuf erbabı bir alayda toplanıyor.
Dervişler
nefer, onbaşı, çavuş; şeyhler de muhtelif rütbelerde subay tayin
ediliyor.
Hepsinin başına Mevlevî sikkesi giydirildiğinden Mücâhidîn-i
Mevlevîyye ismiyle anılıyorlar.
İstanbul’da kurulan birliğe Konya’ya
kadar Abdülbâki Efendi komuta ediyor.
Anadolu’nun dört
tarafından gelen
dervişler Konya’dan Veled
Çelebi (İzbudak) kumandasında Şam’a hareket
ediyor. Abdülbâki Dede Süveyş Kanalı’nı
İngilizlerden geri almak için
yapılan Kanal
Harekâtı’na da Mücâhidîn-i Mevlevîyye
Alayı’nın başında
binbaşı rütbesiyle katılıyor.
Önde; başında destarlı sikke, arkasında
derviş
hırkasına benzer kolsuz bir pelerin,
ayaklarında diz kapaklarını
epeyce aşan
çizmeler, sağ elinde bir kamçı, sol elinde eski
redif
yüzbaşılarının taktıkları gibi tahta kınlı
bir kılıçla Abdülbâki Efendi,
ardında dervişler…
Savaş tek cephede değil. Bir yandan işgal
ordularıyla, bir yandan tasavvuf erbabının maruz kaldığı yozlaşma ile
mücadele etmek gerekiyor.
Şeriat ile tarikat arasındaki mesafe gittikçe
açılıyor.
Tahirü’l-Mevlevî; çile çıkardığı günlerde
Kayseri’deki bir
arkadaşına gönderdiği
mektupta Yenikapı’nın sûfîleriyle,
Kulekapısı’nın
sarhoşlarıyla, Beşiktaş’ın ise
cerrarlarıyla (dilenci) meşhur olduğunu
söylüyor.
Yozlaşmanın hızlandığı bu dönemde
Yenikapı’da abdestsiz yere
basılmadığı rivayet ediliyor.
Tekkelerde ve mutasavvıflarda baş gösteren
bozulmayı fark eden Abdülbâki Efendi, buna
çare arasa da muvaffak
olamıyor.
Ve kader deyip teslim oluyor başına gelene.
30 Kasım
1925’te alınan bir kararla tüm dergâhlar kapatılıyor.
42 yaşındaki
Abdülbâki Efendi, bir anda ömrünün tamamını altında geçirdiği çatıdan
mahrum kalıyor.
Hüseyin Vassaf tekkeler kapatıldıktan sonra Abdülbâki
Efendi’nin harem dairesinde ikametine izin verildiğini belirtiyor.
Zira
harem şahsi mülk ve tapusu Osman Selahaddin Dede’nin üzerinde.
Semahane
mühürleniyor, hânkâhın selamlık kısmı ise ilk mektep hâline getiriliyor.
Son dönem divan şairleri arasında mühim bir yeri olan Abdülbâki
Baykara;
tekkesi sırlandıktan sonra yazdığı bir şiirde,
“Harîm-i
vuslatında bir zamanlar şâd idim efsûs / Benim şimdi enîsim, hemdemim
yalnız hayalindir”
diye sesleniyor Mevlevîhâne’ye.
Zaman zaman derin bir
yeis içine düştüğü de oluyor.
O demlerden birinde
“Bana sanma yalnız
bahâr ağlıyor / Bu bîçâre kalbe mezâr ağlıyor” diyor. Tahirü’l-Mevlevî,
Abdülbâki Baykara’nın 28 Şubat 1935’teki vefatını mealen ‘Sesi;
tarikatin sesi duyulmayan ney’i gibi kesildi’ cümlesiyle özetliyor.
"Mevlevî şeyh ve dervişlerinden İstanbul'da bir alay teşkil olundu.
Bütün Mevlevîlerin bu alaya kaydolunması bildirildi.
Dervişler nefer,
onbaşı, çavuş oldular.
Şeyhler de muhtelif rütbelerde subay.
Maamâfih bu
alaya diğer tarikatlerden veya hiçbir tarikata intisabı olmayanlar da
yazıldı.
Fakat hepsinin başına bir Mevlevî sikkesi
giydirilerek Mevlevî
addolundular.
Başlarına o
zaman Konya'da bulunan Hazret-i Mevlânâ
Dergâhı Şeyhi ve Mevlevîlerin en ulusu sayılan Veled Çelebi (İzbudak)
alay kumandanı tayin olundu.
Teşkil olunan alayı ve sancağı alarak
Konya'ya, alay kumandanına, Veled Çelebi'ye vermek vazifesi, Çelebi
efendinin İstanbul'da kapı çuhadarı yani vekil-i umûru olan Yenikapı
Mevlevîhânesi Şeyhi Abdülbâkî Efendi'ye tevdi olundu.
Harbiye Nezâreti
(Şimdiki üniversite merkez binası)
önünde yapılan merasim ve edilen
duaları müteakip alay sancağı, Şeyh Abdülbâkî Efendi'ye verildi ve onun
riyasetinde kafile Konya'ya hareket etti.
Konya'da diğer yerlerden gelen
Mevlevîlerle
kadrosunu tamamlayan alay, Hazreti Mevlânâ
türbesi önünde
yapılan merasimden sonra,
Veled Çelebi'nin kumandası altında Şam'a
hareket etti."