5 Haziran 2013 Cumartesi
‘Diji-tokrasi’nin Türk baharı arzusu
“Gezi Parkı”
hadisesinin kurucu
aktörleri, yaptıkları
görüşmede iktidar partisinin temsilcisinin
Taksim
projesini referanduma götürelim
teklifini reddetti.
Bu aktörlerden
birine göre,
“bilimsel bir konu”
halkoyuna sunulamazdı.
Referandumu
redlerinin gerekçesi buydu.
Diktatörler halktan ve halkoyundan
korktuklarında “bilimin” otoritesine sığınırlar; Hitler ve Stalin de
halktan korktuklarında bilime sığınmışlardı. Buna jakobenizm diyoruz:
Türkiye’deki tipik formülasyonu şu :
“halka rağmen halk için.”
Gezi
Parkı eylemlerinde iki tür jakobenizm söz konusu: Radikal Kemalist
jakobenizm ve Marxist jakobenizm. Birinciler “şiddet”e karşı
olmadıklarını söylüyorlar; fakat ikinciler şiddet” yanlısı ve
dolayısıyla “potansiyel” katiller; her kim ki “şiddeti” onaylıyorsa
potansiyel katildir.
Herkes
neredeyse kutsayarak gençliğe övgüler yağdırıyor. Benim işim
eleştirmek; düşünmek eleştirmektir; düşünmek her durumda farklı
düşünmektir. Yığınların peşine takılmak değil. Eğer taksim eylemlerinin
aktörleri eleştiriye açıklarsa, mini çekicimi elime almak isterim.
Basit. Fazla basit! Toplum bir organizmadır? Her organizma gibi yer,
beslenir, tıkınır ve bir sindirim sürecinden sonra fazlalıkları
boşaltarak rahatlar. Demokratik toplumlar Jakobenizm’i bir safra olarak
kusar ve dışarı atar; bu açıdan (elbette her tür jakobenizm) demokratik
toplumların kusmuğu ya da safrasıdır. Büyük şehirlerin meydanları bu
boşaltım işleminin yapıldığı mekanlardır. Toplumumuz jakoben
safralarını Taksim’de boşaltıyor.
Yirmibirinci yüzyıl toplumların
“jakobenlerinden”
kurtuluş yüzyılı olabilir.
Dün Arap
Baharı’nın aslında
“Arap Kışı”
olduğunu iddia edenler kıyamet
borazanları
gibi
“Gezi Parkı”
hadisesinin
“Türk Baharı”
olduğunu
üflediler; basiretsiz, ferasetsiz, düşünme
“ebilitesinden”
yoksun
genetik yaratıklar!
Bir mucize olsaydı ve bu olay
“Türk Baharı” olsaydı
ne kadar sevinirlerdi! Bereket versin, yuttukları lokmayı hemen
kustular. Bu olayların aktörü radikal örgüt mensubu gençler de
birbirlerine şu mesajı geçtiler:
“Devrim başladı!”
Twit mesajıyla devrim
yapabileceklerini sanıyorlar!
Diji-romantikler!
Pozitif yanlarını
görmek mümkünse de, ben “Arap Baharı”nın bu “baharın” aktörlerinin
amaçları bakımından fiyaskoyla neticelendiğini düşünüyorum. Bu
fiyaskonun birçok nedeni bulunabilir; fakat asıl nedenin (Vattimo ve
Levinas’a rağmen) tam da “diji-teknoloji”nin, “twit”in bizzat kendisi
olduğunu düşünüyorum. Çok şey söylenebilir; özetin özetini yapalım:
kitap kültürü biblio-mani/kitap-mani ve biblio-manyak üretir; diji
kültür diji-mani ve diji-manyak üretir; bu iki kavramı twit-mani,
twit-manyak” kelimeleriyle de karşılayabiliriz.
Diji-manyaklar
kitap okumazlar; twit-okurlar; kitap okurken okuduğunuz şeyi düşünecek
kadar vaktiniz vardır; fakat dijital mesaj size düşünme zamanı vermez;
size twit’in içeriğiyle ilgili kuşku duyma zamanı tanımaz;
diji-teknolojisi bir “görme” teknolojisi olduğu için “kolayca ikna
etmekle ya da olmakla” ve sorgulamaksızın “ikna”yla sonuçlanır. Bu
yüzden bu sorgulama fırsatı tanımaksızın ikna dijitokrasinin
(demokrasinin değil) silahıdır. Diji-mani bir görüntü rejimidir;
görünenin altını, üstünü, gerisini, ötesini gizler; çünkü göz
kamaştırıcıdır ve kamaşan göz kördür. Diji-manyak bu anlamda kurbandır.
Twit-mani ya da diji-mani biblio-mani’nin karşıt kutbudur; twit-okuru
kitap okuma ve dolayısıyla düşünme yeteneği iğdiş edilmiş “yaratık”tır.
Diji-manyağın beyni “estetik ameliyat geçirmiş” ettir/bedendir. Doğru
artık bir “dijital yurttaş”tan söz edilebilir; fakat dijital yurttaş
memleketsiz ve vatansız ve “halksız/insansızdır; dijital teknolojiyle
Gezi parkı hadiselerinde sokaklara dökülenlerin herhangi bir “memleket”
endişesinden yoksun olmalarını dijital yurttaşlar olmalarına
bağlayabiliriz. Batı solu evrilerek “intiküreseleşmeci” aşamaya geçti;
versiyonlarıyla birlikte Türkiye’de sol “küresselleşmeci” aşamada can
çekişiyor. Sloganı açık: Küresel değerlere evet, yerel ya da otantik
değerlere hayır. Gezi Parkı direnişi baharın “b”si bile değildir;
diji-direniş, “sanal-direniş”tir; bu direnişin çoğulculuğunun ve
renkliliğinin nedeni ya da kaynağı, Türkiye’nin veya toplumumuzun
realitesi değil, diji-teknolojinin mantığıdır. “Gezi Parkı direnişi” bir
diji-direniştir ve sonucu (elbette etkili) bir diji-mania, ya da
twit-maniadır. Diji-mania uçsuz bucaksız bir çöldür; hayatın yeşerdiği
vaha değil. Twit-mania reel dünyanın yanı başında ve dışında bir başka
dünyadır; bu direniş (parktaki taktik ve sembolik kitap sahnelerine
rağmen) kitap-okuru öğrencilerin ve gençlerin direnişi değil,
twit-okurlarının direnişidir ve sanaldır; politik iktidardan
taleplerinin hiçbirinin toplumun gerçek sorunlarına tekabül etmemesinin
nedeni budur.
Elitlerin Gezi Parkı
Gazeteciler,
akademisyenler, kanaat önderleri, ideologlar ağız birliği etmişçesine
“Gezi Parkı” hadisesi konusunda hemfikirler: bu Türkiye’de yeni,
yep-yeni, görülmedik bir olay. Ne muhteşem ve kuyruklu bir genelleme:
İzninizle ben de biraz genelleme yapayım. Bu tespit aslında, bir
entelektüel çaresizliğin itirafı; radikal Marxsist örgütlerin,
Aydınlıkçılar’ın ve CHP’li gençlerin dışındaki katılımcılar bile
yaptıkları şeyin ne olduğunu bilmiyorlar; andrenalin, macera, eğlence;
yaptıkları eylemin düşünülmemiş, tasarlanmamış sonuçlar doğurabileceğini
düşünebilme “ebilitesinden” yoksunlar. Kahır çoğunluğu ile hayatın
başka alanlarında hiçbir şey olamamış, önemli olamamış, hiçbirşey
başaramamış insanlardan oluşan ve “gençlik yalakası” entelektüellere
“aaa bunlar da apolitik değilmiş” dedirten bu yığınlara, aslında “bir
yığın”ın, bir kalabalığın içinde “hiç”e dönüştüklerini hatırlatmaya
gerek var mı? Varoluşlarını, hayatlarını tasvir edebilecek yegane
kavramın “nihilizm” olduğunu söylemeye gerek var mı? Twit mesajlarıyla
sokaklara dökülmenin “hiçliğe koşu” olduğunu söylemeye gerek var mı?
Radikal örgüt mensubu “potansiyel katiller” ile yegane derdi “ertesi gün
hapına” kolay ulaşamamak olan ve on gündür toplumu “masumiyetlerine”
ikna için feryat edenler kol kola! Bu masumiyet çığlığı ya da
çığlıkları neleri gizliyor acaba? Bu ertesi gün hapı yoksulları gündelik
hayatın asgari ücretle beş kişilik bir aileyi geçindiren kahramanları
konusunda, egemen kapitalizmin “diji-otobanında” (dijitokrasi) sörf
yaparak yaşayan ve bu diji-aristokratik piramidin dibinde yaşadıklarının
bile farkında olmayan bu “gençlerin” kapitalizm hakkında, her şey bir
yana diji-teknoloj ve dünyada giderek yaygınlaşan dijitokrasi hakkında
bir fikirleri var mı acaba? Bu doksan kuşağı öğrencileri “best-seller”
kitaplar dışında kitap okumuşlar mı; dersleri ve bıranşları için hazır
“özetleri” okumak dışında kitap okumuşlar mı acaba? Ben gerçek okurların
(politik açıdan şu ya da bu olması önemli değil), yani “biblio-manyak”
öğrencilerin bu direnişte yer almadıklarını düşünüyorum. Biblio-manyak
düşünür; diji-manyak düşünemez; biblio-manyak düşünmenin “farklı
düşünmek” olduğunu bilir; kalabalıkların sesine sağırdır; fakat
diji-manyak kaçınılmaz şekilde başkaları gibi düşünür; yalnızdır;
kendisini, düşünme yeteneği iğdiş edilmiş insanlardan oluşan
diji-cemaatin kollarına atar.
Yaygaraya bakın: Aslında onlar
“çoğulmuş,” “çok-renkliliğimizi temsil ediyorlarmış.” Buna ancak
gülünebilir. Farklı politik ve kültürel etiketleriyle sahne almış
olsalar bile tersi daha doğru: Onlar aynı oldukları için oradalar,
farklı oldukları için değil; aynı oldukları için birarada
durabiliyorlar. Onları birleştiren şey aynı ekolojik çevreyi paylaşmak:
Diji-eko ya da eko-diji denen topografyada yaşıyor olmak. Hayatın
anlamını yalnızca diji-teknolojide, twit-mania’da bulmak. Onlar dijital
kontekst dışındaki kontekstleri göremezler; çünkü dijital kontekst diğer
bütün konteksleri gizler; diğer bütün kontekstleri; yani asıl
kontekstleri; politik konteksti, düşünme kontekstini, etik konteksti,
hatta demokrasi kontekstini ve elbette gerçek ekolojik konteksti gizler.
Dijital kontekstte önemli olan Taksim’dir; önemli olan sokaklardır;
önemli olan “gösteri”dir; görüntüdür, içerik değil. Ve Taksim kocaman
bir hiçtir! İktidar partisi dahil politik elitler ve entelektüel elitler
bütün dünyaya “ekolojik kaygıları dolayısıyla masumiyetlerini ilan
etmiştir. Fakat sorun tam da buradadır: Sorun bu biz “masumuz”, sorun
“onlar masum” feryadındadır. Auswitz’in kurbanları bile masum
değildiler; Levinas’ın dediği gibi “hiçbir kurban masum değildir.”
Masumiyet “meleklerin imtiyazıdır” insanların değil.
Özetle;
“gezi parkı” hadisesi “twit-mani”dir; gerçek bir politik hadise değil;
ben tam da bu nedenle, gençlere yapılan yalakalıkların ve atılan
palavraların aksine, Türkiye’nin müstakbel demokrasisine umulandan çok
daha az katkıda bulunacağını düşünüyorum.
Gezi-Parkı’ndaki hanım kızımız
gazetecinin mikrofonuna var gücüyle haykırıyor:
“Halkın direnişini”
sonuna kadar sürdüreceğiz; hangi halkın, hangi halkın, hangi halkın
direnişini?
Siz
“halk” mısınız; siz nesiniz?
Helal olsun size;
toplumumuza bir iktidar partisinin
“iktidarda”
olduğu zaman bile gerçek
muhalefeti temsil
ettiğini öğrettiniz; çok iyi öğrettiniz.
Prof. Dr. Hüsamettin Arslan
Uludağ Üniversitesi Öğr. Üyesi