XVII. Yüzyılda Ulemâ-Meşâyih Münâsebetleri
A. KADIZÂDELİLER-SİVÂSİLER MESELESİ
XVII. yüzyılın en dikkat çekici tarafı
tasavvuf ehline karşı hasım, kendilerine “Kadızâdeliler” veya “Fakılar”
denilen bir gurubun ortaya çıkması olmuştur. Bu sınıf tasavvuf ehline
karşı aşırı düşmanlık gösteren birkaç vâizden oluşmakla birlikte, bâzı
saray mensuplarının vaizleri tutması neticesinde tekkelerin basılması,
bâzı şeyhlerin ölümle tehdit edilmesi gibi çirkin hadiseler vuku
bulmuştur. Bu mücadele karşısında mutasavvıflar da işi fiilî bir eyleme
dönüştürmeden kendilerini sözlü ve yazılı olarak savunmuşlardır. Bunlar
arasında yüzyıl boyunca her iki taraftan da birer ismin sahneye
çıktığına şahit olmaktayız. Bunlardan Kadızâde Mehmed Efendi’nin
karşısında Şeyh Abdülmecîd Sivâsî Efendi yer almıştır. Bu yüzden, daha
sonraki zamanlarda, ortaya Kadızâdelilerin karşısında olarak çıkan
mutasavvıflar da “Sivâsîler” olarak isimlendirilmiştir. XVII. yüzyılın
başında bahsettiğimiz iki şahısla başlayan bu mücadeleler, devletin el
koyması ile durulmuşsa da zaman zaman fırsat buldukça tekrar gün yüzüne
çıkmıştır. Bu asırda üç defa alevlenerek tekrarlanan mezkûr tartışmalar
hakkında her iki taraftan da kendi taraflarını savunan bir isim tarih
sahnesine çıkmıştır.
Yukarıda bahsettiğimiz zâtlardan sonra
mezkûr mücâdelenin temsilciliğini, yüzyılın ortalarında Kadızâdelilerden
Üstüvânî Mehmed Efendi ile karşısında Abdülehad Nûrî Efendi, asrın
sonunda da Kadızâde muakkiblerinden Vânî Efendi ile sûfiyyeden Niyâzî
Mısrî Efendi üstlenmişlerdir.
Kadızâdeliler-Sivâsîler meselesi
dönemin müellifleri tarafından ele alınmış, konu hakkında bilgiler
verilmiş, değerlendirmeler yapılmıştır. Bu müelliflerin başında Kâtip
Çelebi ve târihçi Naîmâ gelmektedir.[1]
XVII. Asra damgasını vurmuş olan bu
mesele batılıların ilgisini bir hayli çekmiş, bu alanda çaplı ve önemli
çalışmalar yapılmıştır. Yerli araştırmacılar da son zamanlarda makale
çapında çeşitli çalışmalarla bu konuyu işlemişlerdir. Biz de
araştırmamızın sınırlarını aştığı ve ayrı bir incelemenin konusunu
teşkil ettiği için meselenin analizine girmeden, görebildiğimiz, yapılan
çalışmaları tanıtmakla yetineceğiz.
1. Necati Öztürk tarafından, İngiltere
Edinburg Üniversitesi’nde, 1981’de Islamıc Orthodoxy Among The Ottomans
İn The Seventeenth Century Wıth Specıal Reference To The Qâdı-zâde
Movement adlı bir doktora tezi hazırlanmıştır.[2]
2. Semiramis
Çavuşoğlu tarafından, Amerika Princeton Üniversitesi’nde, 1990’da, The
Kadizâdeli Movement: An Attampt of Şerî’at-Minded Reform in the Ottoman
Empire adlı bir doktora tezi hazırlamıştır.[3]
3. Madeline C. Zilfi
tarafından, The Kadızâdelis: Discordant Revivalism in
Seventeenth-century İstanbul isimli bir çalışma yapılmıştır.[4]
4.
Dina Le Gall tarafından, 1992’de Princeton Üniversitesi’nde, The Ottoman
Naqshbandiyya in the Pre-Mujaddidi Phase: A Study in İslamic Religious
Culture and int Transmission adlı doktora tezinde, “Orthodoxy and
activısm: Nakqsbandis and Kadızâdelis” başlığı altında (ss. 167-176)
konuyu ele almıştır.
Kadızâdeliler-Sivâsîler meselesini ülkemizde
de, Hüseyin Gazi Yurdaydın,[5] İsmail Hakkı Uzunçarşılı[6] ve Ahmet
Yaşar Ocak[7] gibi târihçilerle, Cengiz Gündoğdu[8] ve Mustafa Aşkar[9]
gibi tasavvuf târihi araştırmacıları ve Hüseyin Akkaya[10] gibi edebiyat
târihçileri incelemelerine konu edinmişlerdir.[11]
Kadızâdeliler-Sivâsîler
meselesi XVII. yüzyılda İstanbul’da başlamış olmasına rağmen Anadolu’da
da kendisini hissettirmiştir. Yer yer sınırı aşmış olsalar da tekke
erbâbı bu konuda mutedil bir yol izlemiş, akla ve nakle dayanmıştır.
Kadızâdeliler devran ve semâ gibi sûfîlerin kullandığı araçlardan
hareket ederek onların bütün âdâb erkân ve tekkelerini hedef alarak
üzerlerine yürümeyi ve ortadan kaldırmayı kastetmişlerdir. Devlet ise
burada siyâsî davranarak gönülden desteklediği sûfîlere fazla yüz
vermemiş, Kadızâdeliler’in nüfûzundan siyâsî olarak istifâde etme yoluna
gitmiştir. Bütün bunlara rağmen hadiseyi genelleştirip bir
medrese-tekke çatışması gibi görmek yerine bir grup cerbezeli vâizin
tarîkat erbâbına karşı bir hareketi olarak değerlendirmek kanaatimizce
daha doğru bir yaklaşımdır.
B. MEDRESE İLİMLERİ VE MEŞÂYİH
XVII. yüzyılda faaliyet gösteren
tarîkat şeyhlerinin, bir çoğunun medrese ilimlerini tahsil ettiklerini
tesbit ediyoruz. Tablo 1’den görüleceği gibi 388 şeyh içerisinde seksen
üçü medrese ilimlerini ikmâl etmiştir. Bu da oran olarak % 22’ye tekâbül
etmektedir.
Bayrâmî Tarîkatı’na mensup olanlar yirmi dokuz kişide
altı kişi ile % 21, Celvetî Tarîkatı’na mensup olanlar otuz iki kişide
üç kişi ile yaklaşık % 10, Halvetî Tarîkatı’na mensup olanlar 209 kişide
kırk beş kişi ile yaklaşık % 22, Kâdiriyye Tarîkatı’na mensup olanlar
on üç kişide üç kişi ile % 23, Mevlevî Tarîkatı’na mensup olanlar kırk
sekiz kişide dokuz kişi ile yaklaşık % 19, Nakşî Tarîkatı’na mensup
olanlar otuz yedi kişide on üç kişi ile % 35, diğer tarîkat mensupları
ise yirmi kişide dört kişi ile, % 20’yi teşkil etmektedirler.
Bu dönemde, sayı ve oranlarını
verdiğimiz meşâyih, sadece medrese ilimlerini tahsil etmekle kalmamış
bir kısmı müderrislik ve kadılık payelerini de alarak, bu görevlerde
bulunmuşlardır. Yine tesbit ettiğimiz 388 şeyh içerisinde yirmi altı
tanesinin çeşitli medreselerde müderrislik yaptığını görüyoruz. Dört
tanesi kadılık, dört tanesi müftülük vazîfesinde bulunmuş, üç tanesi
müderrislik ve kadılık, iki tanesi de müderrislik ve müftülük
yapmışlardır.
Nakşî meşâyihından Esîrî Dâmâdı diye bilinen Mustafa
Efendi’nin, Debbağzâde Mehmed Efendi, Ebû Saîdzâde Feyzullah Efendi,
Başmakçızâde Seyyid Ali Efendi ve Sâdık Mehmed Efendi gibi dört
şeyhulislâm zamanında bunların ders vekilliğinde bulunmuş olması,[12]
dönemin meşâyihının ilme ve ilim adamlarına yakınlığını göstermesi
açısından çarpıcı bir örnektir.
Hans Georg Mayer’in isabetle belirttiği
gibi, ulemâ ile tasavvuf erbâbı genel olarak âhenk içinde yaşamasını
bilmişlerdir.[13] Zaman zaman ortaya çıkan sürtüşmeleri genele teşmil
edilebilecek cinsten olaylar olarak görmemek gerekir. Meşâyih da ulemâ
gibi şerîatın temel prensiplerinin korunması noktasında hassasiyet
göstermişlerdir. İslâm târihinin genelinde olduğu gibi bu dönemde de,
bir takım uç unsurlara öncelikle kendi aralarında, mutasavvıflar tepki
göstermişlerdir.[14]
Kadızâdeliler-Sivâsîler meseleleri gibi,
ortaya çıkan bir takım hadiseleri, ulemâ-meşâyih çatışması olarak lanse
etmek tekrar edelim ki, abartılı bir yaklaşımdır. Evet, tekkeler
basılmış kimi dervişler öldürülmüştür, ancak dönemin hiçbir ileri gelen
âlim ve müderrisi bu hâdiselerin arkasında olmamıştır. Kadızâde Mehmed
Efendi dışındakiler tahsillerinin tam olmadığı ve cerbezer cahil
kimseler olduğu ortaya çıkmaktadır. Mesele, matematik ve benzeri
ilimlerin tahsîlini câiz görmeyecek kadar mutaassıp ve bir takım
menfaatler uman bir grup vâiz tarafından alevlendirilmiştir. Pâdişahlar
her ne kadar bâzı dengeleri gözetmek adına zâhiren Kadızâdelilere karşı
iyi davranmışlarsa da asıl îtibariyle meşâyih tarafında yer
almışlardır.[15]
Aslında Kadızâdelilerin mutasavvıflar
aleyhine gündeme getirdikleri meselelerin bir kısmı tamamen onların
cehâletini ortaya koyar nitelik arz etmekte, bir kısmı da aslında öteden
beri gündeme gelmekle birlikte itikâdî bir mâhiyet arz etmeyen, tâlî
meseleler olarak karşımıza çıkmaktadır.[16]
Dönemin
Şeyhulislâmlarının bu hususlarda genellikle mutasavvıflar yanında
olmaları da hâdisenin ulemâ-meşâyih veya medrese-tekke çatışması
şeklinde görülmesine manidir.
C. ULEMÂ VE TASAVVUF
XVII. yüzyılda medrese çevrelerinin
tasavvufa rağbet ettikleri bir gerçektir. Tablo 1’de görüleceği gibi,
388 şeyh içerisinde, kırka yakınının müderris, kadı ve müftülük
hizmetlerinde bulunmaları ve yine 388 şeyhin seksen üçünün medrese
ilimlerini tahsil etmeleri bu rağbetin açık göstergesidir.
Bu
dönemde ulemânın bağlı bulundukları ve onların başı durumunda olan
Şeyhulislâmların çoğunluğu da tasavvufa ve tasavvuf erbâbına yakın
olmuşlardır. Bu şahsiyetlerin tasavvufla alâkaları, genel manada ilmiye
mensuplarının tasavvufa bakışını yansıtacağından, tesbit ettiğimiz
kadarıyla onların tasavvufla ilgilerine değinilecektir.
XVII.
yüzyılda, şeyhulislâmlık makâmını, sırasıyla Hacı Mustafa Sunullah
Efendi (v. 1021/1612), Hoca Sadeddinzâde Şerif Mehmed Efendi (v.
1024/1615), Ebülmeyâmin Mustafa Efendi (v. 1015/1606), Hoca Sadeddinzâde
Mehmed Es’ad Efendi (v. 1034/1625), Yahyâ Efendi (v. 1053/1644),
Âhîzâde Mehmed Hüseyin Efendi (v. 1044/1634), Es’ad Efendizâde Ebû Said
Mehmed Efendi (v. 1072/1662), Muid Ahmed Efendi (v. 1057/1647), Hacı
Abdürrahim Efendi (v. 1066/1656), Mehmed Bahâyî Efendi (v. 1064/1654),
Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi (v. 1068/1658), Kocahüsamzâde
Abdurrahman Efendi (v. 1081/1670), Memikzâde Mustafa Efendi (v.
1067/1657), Hocazâde Mes’ud Efendi (v. 1066/1656), Hanefî Mehmed Efendi
(v. 1069/1658), Bâlîzâde Mustafa Efendi (v. 1073/1662), Bolevî Mustafa
Efendi (v. 1086/1675), Esîrî Muhammed Efendi (v. 1092/1681), Sun’îzâde
Mehmed Emin Efendi (v. 1076/1665), Minkārîzâde Yahyâ Efendi (v.
1088/1678), Çatalcalı Ali Efendi (v. 1103/1692), Ankaralı Mehmed Emin
Efendi (v. 1098/1687), Debbâğzâde Mehmed Efendi (v. 1114/1702), Mehmed
Feyzullah Efendi (v. 1703), Ebûsâidzâde Feyzullah Feyzî Efendi (v.
1110/1698), Sadreddinzâde Sâdık Mehmed Efendi (v. 1121/1709) işgal
etmişlerdir.[17]
Şeyhulislâm Ebülmeyâmin Mustafa Efendi, İdris Muhtefî Efendi’nin bağlılarındandır.[18]
Hocazâde
Mehmed Es’ad Efendi, zâhirî ilimlerin yanısıra mânevî ilimlere de merak
sararak Hüdâyî Efendi’ye intisâb etmiş ve hattâ rivâyete göre ondan
hilâfet almıştır. Hocazâde’nin Hz. Hüdâyî ile yakınlıkları babaları
zamanında başlamış, babasının ve ağabeyi Mehmed Efendi’nin cenâze
namazlarını da Hüdâyî Efendi kıldırmıştır.[19]
Şeyhulislâm Yahyâ Efendi[20] ve Bahâyî Efendi[21] Galata Mevlevîhânesi postnişîni Âdem Dede’nin bağlılarındandır.
Yahyâ
Efendi, IV. Murad ile Bağdat Seferi’ne giderken, Konya’da, Sultan’ın
îdam etmek istediği Ebûbekir Çelebi’ye şefaat ederek, Çelebi’nin affını
ve İstanbul’a sürgün edilmesini sağlamıştır.[22]
Bahâyî Efendi
meşhur mevlevî hattatlardan Derviş Abdî’den ta’lik meşketmiştir.
Kendisine “Bahâyî” mahlası, selefi Yahyâ Efendi tarafından, soyunun
Bahâaddin Nakşibend hazretlerine ulaştığı için verildiği, ayrıca Nakşî
Tarîkatı’na mensûb olduğu da belirtilmektedir. Kadızâdeliler meselesi,
Bahâyî Efendi döneminde en hararetli dönemini yaşamış, kendisi tarîkat
erbâbı tarafına meyilli olduğu halde, Kadızâdeliler’den çekindiği, belki
de bir olay çıkmasını istemediği için tasavvuf erbâbının bâzı
davranışları aleyhine fetva vermiş olduğu, ancak el altından onları
koruduğu bildirilmektedir.[23]
Hammer’in anlattığına göre,
Kadızâdeliler’in temsilcilerinden olan Üstüvânî Mehmed Efendi, bir
tekkenin postnişîni olan Abdülkerim Çelebi’ye şu mealde bir tezkire
yazar: “Raks ve devrân ettiğin için seni men’ etmek vâcib olmuştur.
Tekkeni basıp seni ve sana tâbi’ olanları katlederiz ve tekkenin
temelini birkaç arşın kazıp toprağını deryâya dökeriz. Bu dereceye
gidilmedikçe o tekkede namaz kılmak câiz olmaz.”
Abdülkerim Efendi,
bu tezkireyi Şeyhulislâm Bahâyî Efendi’ye götürür. Bahâyî Efendi
hiddetlenerek Üstüvânî’ye, “sen ki Üstüvânî’sin, bu varakayı alınca
huzûruma gelmelisin; muhâlefet edersen hakkında vahîm olur” şeklinde bir
kâğıt yazar.
Üstüvânî, hareketinin netîcesinden korkarak,
sadrâzama başvurup, Şeyhulislâm’ın teskîn edilmesini istirham eder. Reîs
efendi bunun için Şeyhulislâm’a gönderilir. Şeyhulislâm, reis efendi
ile görüşmesinde azarlar gibi hitâb ederek:
“Efendi! Bu devletde
şimdi rüşvet alınıp mansıblar ‘bey’-i men yezîd’ sûretiyle satılmakda,
münkirât ve kabâyıhdan bu kadar ef’âl icrâ olunmakda iken böyle
fitne-engîz vâcibü’l-katl adamların himâyesi neden lâzım geliyor?
Mutasavvıfânın devrânı, fukahânın efkârı eski bir hikâyedir; biz de
zâhir-i şer’e göre hareket ederek raksın hurmetine dâir fetvâ vermekde
eslâfımıza imtisâl eyledik. Lâkin nice büyük pâdişâhlar, sadrâzam
hazretlerinden büyük vezîrler –bizden daha âlim ve daha hakîm müftîlerin
fetvâları olmakla berâber- sofıları döğmeğe, öldürmeğe, âyînlerinden
men’ etmeğe ikdâm etmediler. On yaşındaki ma’sûm pâdişâh-ı İslâm’ı bir
bölük habîsü’n-nefs fitnecûyânın ihâta edip de halkın bed-duâsına
uğratması neden iktizâ ediyor? Ya Üstüvânî mutlaka te’dîb olunur, yâhud
sakalını tıraş ederek küreğe korum” der.
İstanbul kadısı Es’ad Efendi, muhâlif
tarafa mensup vâizleri ayrı ayrı çağırtarak sûfîleri kürsîde tahkîrden
ve âyînlerini ihlâlden men’ etmeye memur olur.[24]
Şeyhulislâm Bahâyî
Efendi’yi, selefi ve aynı aileye mensûb olan, Ebû Said Mehmed Efendi
de,[25] âilelerinin duâları sâyesinde mes’ûdiyete nâil oldukları meşâyih
ve dervişlerin, zamânında bunca haksız muâmelelere uğratılmalarının
layık olmadığını beyân ederek, bu tutumunda desteklemiştir.[26]
Bahâyî Efendi, belirtildiğine göre Muhiddin Arabî’nin eserleriyle de ilgilenmiştir.[27]
Çatalcalı Ali Efendi, Alâiyeli Mehmed
Efendi adında bir Nakşî şeyhinin oğludur. Babası Çatalca’da bir Nakşî
tekkesinde şeyhlik yapmakta iken burada doğmuştur. Kırk üç yaşında
şeyhulislâm olmuş ve on iki yıldan fazla bu makamda kalmıştır. Tarîkatla
ilgilenmesi sebebiyle kendisine “mecmau’l-bahreyn” (iki denizin
birleştiği yer) sıfatı layık görülmüştür.[28]
Şeyhulislâm
Paşmakçızâde Seyyid Ali Efendi (v. 1124/1712), Bursalı Seyyid Mehmed
Hâşim Efendi (v. 1088/1677)’nin bağlısıdır. Şeyhinden sonra Melâmî kutbu
olmuştur.[29]
Seyyid Feyzullah Efendi’nin, âilece Halvetî Tarîkatı’na mensup olduğu bildirilmektedir.[30]
Kimi
Şeyhulislâmların dönemlerindeki meşâyihın cenâze namazlarını kıldırması
da bu iki kesimin birbirlerine karşı olan ilgilerini göstermesi
bakımından önem arz etmektedir. Zirâ;
Nakşî meşâyihından Tireli
Hoca Ömer Bâkî Efendi’nin cenâze namazı, 1020/1611 senesinde, Eyüp
Sultan Câmii’nde Şeyhulislâm Hocazâde Şerif Mehmed Efendi tarafından,
Ömer
Bâkî Efendi’nin kardeşi yine Nakşî meşâyihından olan, Tireli Ahmed
Efendi’nin cenâze namazı, 1034/1624 senesinde, Şeyhulislâm Es’ad Efendi
tarafından,
Aziz Mahmud Hüdâyî Efendi’nin cenâze namazı, 1038/1628 senesinde, Şeyhulislâm Yahyâ Efendi tarafından,
Sünbülî şeyhi Seyyid Alâaddin Efendi’nin cenâze namazı, 1091/1680 senesinde, Şeyhulislâm Çatalcalı Ali Efendi tarafından,
Muabbir
Hasan Efendi’nin cenâze namazı ise, 1098/1687 senesinde, Üsküdar
Mihrimah Sultan Câmii’nde, Şeyhulislâm Mevlânâ Muhammed Efendi
tarafından kıldırılmıştır.[31]
Dönemin önde gelen müellif âlimlerinden
olup, aynı zamanda bir tarîkata müntesip olan zâtlar üzerinde, müntesip
oldukları tarîkatlar belli olanların bir kısmı ilgili bölümlerde
kaydedilmişti. Bunlardan daha önce yer vermediklerimizden tesbit
edebildiklerimizi ise buraya kaydedeceğiz.
Areczâde Ahmed Efendi:
Fıkıh ilminde mütehassıs idi. Kastamonu’nun Küre kazâsındandır.
Tahsîlini tamamladıktan sonra Şehzâde Câmii’ne müderris olmuştur.
1120/1611 senesinde vefat etmiştir. Câmiu’ş-Şurûh ismiyle Mültekâ şerhi
ve vaaza dair bir eser yazmıştır. Ulemâdan olan babası Mehmed Efendi de
kendisi gibi Celvetî Tarîkatı’na mensuptur.[32]
Ahmed b. Hasan b. Sinanüddin
Beyâzîzâde: Bosnalı olup, Bosna’dan İstanbul’a gelerek, Mekke ve
İstanbul kadılıkları gibi görevlerde bulunan Beyâzî Hasan Efendi (v.
1063/1653)’nin oğludur. Medrese tahsîlini tamamlayarak müderrislik ve
kadılık görevlerinde bulunmuştur. Öğrenciliği esnâsında
Kadızâdeliler’den etkilendiği için bid’atlar, Hz. Peygamber’in
anne-babasının âhiretteki durumu, tekfir meselesi gibi çeşitli konularda
Kadızâdeliler’e yakın görüşler paylaşmışsa da,[33] Nakşî Tarîkatı’na
intisâb ettiği[34] ve meşhur mevlevî hattatlardan olan Derviş Abdî (v.
1057/1647)’den hat meşk ederek aynı zamanda hattatlar arasında yer
aldığı bildirilmektedir.[35] Kelâm ve fıkha dâir eserlerle manzûm
risâleler yazmıştır.[36]
İsmâil b. Sinan Sivâsî Efendi:
Fakihlerdendir. Zâhirî ve bâtınî ilimleri Abdülmecid Sivâsî Efendi’den
tahsil etmiş, 1048/1638 senesinde Sivas’da vefat etmiştir. Eserleri
vardır.[37]
Bursalı Musannif Muhammed Efendi: Fakihlerdendir.
Tenvîru’l-Ebsâr isimli esere Tabsıru’l-Envâr ismiyle bir şerh yazmıştır.
Üftâdezâde Kutub İbrahim Efendi’nin müntesiblerindendir. 1088/1677
senesinde vefat ederek Bursa’da Pınarbaşı avlusunda Kalenderhâne
yakınına defnedilmiştir.[38]
Bursalı Sirkezâde İbrahim Efendi:
Kadılardan ve Halvetî Tarîkatı halîfelerindendir. 1092/1681 senesinde
vefat ederek Orhan Gazi türbesi karşısındaki ilk mektebin yanına
defnedilmiştir. Mefâtîhu’l-Fütûh fî Ahvâli’r-Rûh isminde rûhî
hâdiselerin ilmine dâir eser yazmıştır.[39]
Şahap Kürdî: Tasavvufa dâir
Tenbîhu’l-Ukûl alâ Tenzîhi’s-Sûfiyye isimli eseri yanında başka eserleri
de vardır. 1091/1680 senesinde vefat etmiştir.[40]
Dönemin değerli
müellif âlimlerinden olan Hezarfen Hüseyin Çelebi (v. 1103/1691-92)
târihî eserleri yanında ahlâk, tasavvuf ve devlet teşkilâtı ve tıb
ilmine âit çalışmaları ile tanınmıştır.[41]
Necdet Yılmaz
[1] Kâtip Çelebi, Mîzânu’l-Hak fi
İhtiyâri’l-Ehak (İslâm’da Tenkid ve Tartışma Usûlü), sad.: Süleyman
Uludağ-Mustafa Kara, İstanbul 1990; Naîmâ Mustafa Efendi,
Ravzatü’l-Hüseyn fî Hülâsât Ahbâri’l-Hafîkayn, c. VI, İstanbul 1280, ss.
228 vd. Ayrıca bk. Mehmed Murad, Târîh-i Ebu’l-Fârûk, c. V, İstanbul
1329, ss. 300-303, c. VI, ss. 56-69.
[2] Necati Öztürk, Islamıc
Orthodoxy Among The Ottomans İn The Seventeenth Century Wıth Specıal
Reference To The Qâdı-zâde Movement, basılmamış doktora tezi, Edinburg
Üniversitesi 1981.
[3] Semiramis Çavuşoğlu, The Kadizâdeli
Movement: An Attampt of Şerî’at-Minded Reform in the Ottoman Empire,
basılmamış doktora tezi, Princeton University, 1990.
[4] Madeline
C. Zilfi, “The Kadızâdelis: Discordant Revivalism in Seventeenth-century
İstanbul”, Journal of Near Eastern Studies, 4 (1986), ss. 251-269.
Çevirisi için bk. “Kadızâdeliler: Onyedinci Yüzyıl İstanbul’unda Dinde
İhya Hareketleri”, çev.: M. Hulusi Lekesiz, Türkiye Günlüğü, sy.: 58
(Kasım-Aralık 1999), ss. 65-79.
[5] Hüseyin Gazi Yurdaydın, İslam
Tarihi Dersleri, Ankara 1971, ss. 125 vd.; a.mlf., “Üstüvanî Risalesi”,
AÜİFD, c. X (Ankara 1963), ss. 71-78.
[6] Uzunçarşılı İ. Hakkı, Osmanlı Tarihi, c. III/1, Ankara 1977, ss. 343-366.
[7]
Ahmet Yaşar Ocak, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Dinde
Tasfiye (Püritanizm) Teşebbüslerine Bir Bakış: Kadızâdeliler Hareketi”,
Türk Kültürü Araştırmaları, XVII-XXI/1-2 (1983), ss. 208-223; a.mlf.,
“Paul Rıcaut ve XVII. Yüzyıl İstanbul’unda Osmanlı Resmi Düşüncesine
Karşı Zümreler”, Türk Kültürü Araştırmaları, yıl: XXVII/1-2 (Ankara
1989), ss. 233-244. .
[8] Cengiz Gündoğdu, Abdülmecîd Sivâsî, ss.
63 vd; a.mlf., “XVII. Yüzyılda Tekke-Medrese Münâsebetleri Açısından
Sivâsîler-Kadızâdeliler Mücâdelesi”, İLAM, c. III, sy.: 1 (Ocak-Haziran
1998), ss. 37-72; a.mlf., “XVII. Yüzyıl Osmanlısında Siyasi Otoritenin
Ulemâ-Sûfî Yaklaşımına Dair Bir Örnek: IV. Murat-Kadızâde-Sivâsî”, Dini
Araştırmalar, c. II, sy.: 5 (Eylül-Aralık 1999), ss. 203-223.
[9]
Mustafa Aşkar, Niyazî-i Mısrî ve Tasavvuf Anlayışı, ss. 36 vd.; a.mlf.,
“Tarikat-Devlet İlişkisi, Kadızâdeli ve Meşâyih Tartışmaları Açısından
Niyazî-i Mısrî ve Döneme Etkileri”, Tasavvuf, yıl: 1, sy.: 1 (Ağustos
1999), ss. 48-80.
[10] Hüseyin Akkaya, Kadızâdeliler-Sivasîler
Tartışmasının Önemli İsimlerinden Aldülahad Nûri ve Divanı, ss7-21;
a.mlf., “XVII. Yüzyıl Osmanlı Devleti’nde Görülen Fikir Hareketlerinde
Kadızadeliler-Sivasîler Tartışması”, Osmanlı, ed.: Güler Eren, c. VII,
ss. 170-177.
[11] Ayrıca bk. Hey’et, “Osmanlı’ya Bakış: Kültürel
Soğuma ve Kadızâdeliler”, Büyük Türk Klasikleri, c. V, İstanbul 1987,
ss. 32 vd; Necdet Sakaoğlu, “Kadızadeliler-Sivasîler”, DBİA, c. IV, ss.
367-369.
[12] Şeyhî, a.g.e., c. II, s. 417.
[13] Hans Georg
Mayer, “İçtimâî Târih Açısından Osmanlı Devleti’nde Ulemâ-Meşâyih
Münâsebetleri”, KAM, yıl: 9, sy.: IV (1980), s. 49.
[14] Genel bir
değerlendirme için bk. Mustafa Kara, “Sûfîlerin Tenkidleri ve Tasavvufu
İhya Faaliyetleri”, Tanımı, Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf,
İstanbul 1991, ss. 67-90.
[15] Bk. Hüseyin Atay, Osmanlılarda
Yüksek Din Eğitimi, İstanbul 1983, s. 166; Gündoğdu, “XVII. Yüzyıl
Osmanlısı’nda Siyasi Otoritenin…”, ss. 203-223.
[16] Bunlar
arasında, Hızır Peygamber’in sağ olup olmadığı, ezan ve mevlidi güzel
sesle okumanın caiz olup olmadığı, Hz. Peygamber’in anne ve babasının
müslüman olup olmadığı, Muhiddin Ârâbî’nin durumu, kabir ziyâreti,
cemâatle nâfile namaz kılınıp kılınamayacağı ve devran ve semâın
meşrûiyeti gibi meseleler vardır.
[17] Bk. Müstakimzâde Süleyman
Saadeddin, Devhat ül- Meşayıh, İstanbul 1978, ss. 39-79; Abdülkadir
Altunsu, Osmanlı Şeyhülislâmları, Ankara 1972, ss. 51-104;
[18] Müstakimzâde, Menâkıb-ı Melâmiyye, vr. 44a.
[19] Yılmaz, Celvetiyye, s. 137.
[20] Sâkıb Dede, a.g.e., c. II, s. 44.
[21] Ali Enver, Semâhâne-i Edeb, s. 8.
[22] Ahmed Refik, Âlimler ve San’atkârlar, Ankara 1980, s. 161.
[23]
Mehmed İpşirli-Mustafa Uzun, “Bahâî Mehmed Efendi”, DİA, c. IV, ss.
363-364. Ayrıca bk. Harun Tolasa, Şeyhülislâm Bahâyî Efendi Dîvânı’ndan
Seçmeler, İstanbul 1979, s. 28, 167.
[24] Hammer, Büyük Osmanlı
Tarihi, (Mehmed Atâ’nın tercümesinden hazırlayanlar: Mümin Çevik-Erol
Kılıç), 5 (Dokuzuncu Cild), İstanbul 1990, ss. 490-491.
[25] Bilgi için bk. Mehmet İpşirli, “Ebûsaid Mehmed Efendi”, DİA, c. X, s. 281.
[26] Hammer, a.g.e., s. 491.
[27] Tolasa, a.g.e., s. 27.
[28] Mehmet ipşirli, “Çatalcalı Ali Efendi”, DİA, c. VIII, s. 234.
[29] Gölpınarlı, a.g.e., s. 163.
[30] Mehmet İpşirli, “Feyzullah Efendi, Seyyid”, DİA, c. XII, s. 527.
[31] Müstakimzâde, Meşâyihnâme-i İslâm, vr. 8a-b.
[32] Bursalı, Osmanlı Müellifleri, c. I, s. 234.
[33]
Geniş bilgi için bk. İlyas Çelebi, “Beyâzîzâde’nin Hayatı, İlmi
Şahsiyeti ve Eserleri”, Beyâzîzâde, İmam Azam Ebû Hanîfe’nin İtikâdî
Görüşleri içinde, ss. 19-30.
[34] Bursalı, Osmanlı Müellifleri, c. I, s. 258.
[35] Müstakimzâde, Tuhfe-i Hattâtîn, s. 642.
[36] Çelebi, a.g.e., ss. 25-30.
[37] Bursalı, a.g.e., c. I, s. 229.
[38] A.g.e., s. 396.
[39] A.g.e., s. 324.
[40] A.g.e., s. 337.
[41]
Sevim İlgürel, “Hezarfen Hüseyin Efendi”, Telhîsü’l-Beyân fî Kavânîn-i
Âl-i Osmân kitabına yazılan giriş, Ankara 1998, s. 4.