BeKoS tv Every Day A Film We are now less then a minute Türkiye'yiz
Türkiye'de muhalefet ve sol namuslu olmayı öğrenmeli diye yazan Halil Berktay, eylemcilere tepkili: Bıktım artık
Halil Berktay'dan enine boyuna Gezi analizi
Türkiye'de muhalefet ve sol namuslu
olmayı öğrenmeli diye yazan Halil
Berktay, eylemcilere tepkili:
Bıktım artık...
Daha
önce 1977 yılında yaşanan 1 Mayıs olaylarıyla ilgili 'Solcuların iç
hesaplaşması nedeniyle katliam çıktı'
diyen Halil Berktay şimdi de Gezi
olaylarını yorumladı.
SOL ADINA SÖYLENEN YALANLARDAN BIKTIM
Nişantaşı Valikonağı civarında oturan Berktay, polisle çatışan
eylemcileri yazdı. 16 Haziran'da yapılan protestoları ve polis
müdahalelerini anbean takip eden Berktay, 'Ben bıktım artık. Bir
solcu ve bir demokrat olarak, on yıllardır sol adına söylenen
yalanlardan bıktım. "Kol kırılır yen içinde" anlayışından bıktım. Bütün
oportünist faydacılıklardan bıktım. ' diye yazdı.
İŞTE BERKTAY'IN O YAZISINDAN ÖNE ÇIKAN BAŞLIKLAR
Gözlemlerimi net özetleyeyim.
(1) Polisin bütün mevzilenişi, kimseyi Nişantaşı kavşağının ötesine
geçirmemek, Taksim'e ilerlemelerine olanak vermemek üzerineydi.
(2) Polisin, protestocuların fazla ilerlemesini önlemek için zaman zaman
gaz fişeği atmak dışında bir güç kullanmama talimatı aldığı çok açıktı
ve nitekim öyle de davrandılar. Benim görüş alanım dahilinde, cop
kullanmadılar, kimseye başka şekilde de vurmadılar, kimseyi gözaltına
almadılar. Hatta yan sokaklardan birisi üzerlerine yürüdüğü ve
küfrederek itip vurmaya kalkıştığında bile, sadece geri itmekle
yetindiler; hiçbir karşılık vermediler. Oysa o kişinin yaptıkları (veya
karşı apartımandan bir hanımın ettiği, kızımı "baba, Nişantaşı'nda
Atatürkçü olmayan herhalde bir tek biz varız" demeye sevkeden küfürler)
derhal
tutuklanmalarına yeterdi de artardı bile.
(3) Ben Gezi Parkı direnişinin başından değil, ilk haftasından da değil, bugününden, 15-16 Haziran'ından bahsediyorum.
POLİSE YAPILAN AÇIK VE ÇİRKİN TAHRİK
(...)Arkaya doğru iki saf halinde dizilip, elden ele kaldırım onarımı
için getirilmiş taşları da geçirerek barikata rastgele yığıyorlardı.
Bu derme çatma siperin ardında durmuş, hep aynı 5-6 kişilik, baretli
ve gaz maskeli grup, sapanlarıyla bilye atmaya ve aynı zamanda, "hepiniz o.... çocuğusunuz" ve "gelin de hepinizin a...'nı s...lim"
gibi şeyler bağırmaya başladılar. Zaten bu noktada cinsel küfürlerden
başka slogan kalmamış gibiydi. Dahası, hep aynı 25-20 kişilik "lider"
veya "militan" grubunun mensupları, zaman zaman cadde üzerinde polise
doğru yürüyerek kollarını açıyor, "gel, gel" diye bağırırken
elleriyle de aynı şekilde "gel, gel" işareti yapıyor, ya da daha
müstehcen el-kol hareketlerine başvuruyordu. Hemen her şey, polisi
kızdırıp saldırtmak üzerine kuruluydu.
BİRİLERİ CUMHURİYET TARİHİNİN EN KİTLESEL EYLEMİDİR DEYİP DURSUN
BU ÖLÇÜLER İÇİNDE, aşikâr olan, bütün saldırganlık ve şiddet
insiyatifinin eylemcilerden geldiğiydi.
Artık Taksim'e ulaşmak ve tekrar
işgal etmek diye bir umutları da yoktu; sadece ve sadece, nerede ve ne
ölçüde olursa olsun polisle çatışmak istiyorlardı. Belki bir kısmı için
bu, AKP'yi devirmek gibi bir hedefe bağlıydı; bir kısmı içinse, kendini
(1848 veya 1870-71 misali) "barikatlardaki bir özgürlük savaşçısı" gibi
hissetme arzusundan kaynaklanıyordu. Ama ortada somut, anlamlı ve
ulaşılabilir hiçbir siyasi hedefin kalmadığı ve eylem için eylem,
çatışmak için çatışmak arzusunun öne çıktığı son derece belirgindi.
İsteyen, "bu Cumhuriyet tarihin en kitlesel eylemidir" diye yazıp
dursun. Belki gerçek olan, bu gençlerin kendilerini öyle bir "tarihsel
ân ve aksiyon" içinde hissetme özlemidir. Elle tutulur olan şu ki,
sokağa yalnızca hırslanmış bir öfke ve nefret ile belki bir kahramanlık
ve macera hissi hükmediyordu.
KOL KIRILIR YEN İÇİNDE KALIR ANLAYIŞINDAN BIKTIM
Biliyorum ki bunları çıkıp söylemem ve yazmam, şimdi gene bir tepki
dalgasına yol açacaktır. Aldırmıyorum. Ben bıktım artık. Bir solcu ve
bir demokrat olarak, on yıllardır sol adına söylenen yalanlardan bıktım.
"Kol kırılır yen içinde" anlayışından bıktım. Bütün oportünist
faydacılıklardan bıktım. Geçmişte ve bugün, benim kendi kuşağımda ve
şimdi kuşaklarda, maksimalist boyölçüşmeci, saldırgan ve şiddet kullanan
kesimlere "masum gençlerdir" veya "barışçıl protestoculardır" veya
"meşru savunma halindedirler" diye kol kanat germekten bıktım -- vakti
zamanında bana ve bizlere kol kanat gerilmiş olmasından da, şimdi başka
gençlere kol kanat germeye çağrılıyor olmaktan da bıktım ve utanıyorum.
Günlerdir okuduğum "polisin inanılmaz vahşi saldırıları" teranelerinin
(ki yok böyle bir şey; polis kullanabileceği şiddetin belki en fazla
yüzde 10-15'ini kullanıyor) yanı sıra, eylemcilerin şiddetinden zerrece
bahsedilmemesinden bıktım ve utanıyorum. Sürekli kriz ve sürekli çatışma
mantığıyla her türlü şiddeti davet edenlerin, sonra da "anne polis beni
dövdü" havasıyla himaye aramasından (ve bazılarının da solculuk gereği
veya iktidar düşmanlığı gereği onlara bu himayeyi sunmasından) da bıktım
ve utanıyorum.
TÜRKİYE'DE MUHALEFET VE SOL NAMUSLU OLMADIĞI SÜRECE..
Ben bu satırları yazarken Başbakan Erdoğan da Kazlıçeşme'de hep aynı
kibir ve nobranlığıyla konuşmuş; üstelik MHP'yi (veya tabanını) da
yanına almış;
bir çeşit fiilî Milliyetçi Cephe oluşturmuş. Yapar, yapmıştır.
Tek el
şaklamaz.
Kim itti onu o noktaya?
Krizi Erdoğan başlattı; ikinci hafta
boyunca sürdüren ve hele 15 Haziran Pazar sabahından itibaren bu
kutuplaşmayı özellikle davet eden de, ister "sol" deyin, ister Taksim
Dayanışması, ister protestocular-eylemciler, işte onlar oldu. Hükümet
demokrat olsun; peki. Ya muhalefet?
Acı olan şu ki, Türkiye'de önce
muhalefet (ve sol) demokrat olmayı ve dürüst olmayı ve namuslu olmayı
öğrenmedikçe, iktidarı ve bütün toplumu demokratlaştıramaz.
Halil Berktay
Eric Hobsbawm ve Komünizm Romansı
Tony Judt
İki büyük tarihçiyi birlikte anmak
Giriş
Eric
Hobsbawm’ın Interesting Times (Tuhaf Zamanlar) otobiyografisi 2004’te
yayınlanırken, onunla aşağı yukarı aynı sırada, The New York Review of
Books’un Kasım 2003 sayısında, Tony Judt’ın bugün ve yarın bu sayfalarda
okuyacağınız kapsamlı bir tanıtma ve eleştiri yazısı çıktı. Judt daha
sonra diğerleriyle birlikte bu makalesini de Reappraisals. Reflections
on the Forgotten Twentieth Century kitabına aldı ([Yeniden
Değerlendirmeler. Unutulmuş Yirminci Yüzyıl Üzerine Düşünceler] Penguin:
New York, 2008, 116-128).
Ne kadar zamandır eksiksiz çevirmek
istiyordum bu yazıyı. Daha çok Murat Belge, biraz da Nabi Yağcı ile olan
bölük pörçük sosyalizm tartışmalarımız açısından büyük, hattâ tâyin
edici önem taşıdığı kanısındaydım ve gene de kanısındayım. Kendi köşemde
buna bir miktar değindim de. Mazower ve Hobsbawm (14 Ocak 2012);
Açılmak, açılmamak; okumak, okumamak (19 Ocak); Judt, Hrant,
karmakarışık (21 Ocak) ve Gerçek, arkadaşlıktan önemlidir (25 Ocak) gibi
başlıklar altında, Mazower’dan da fazla Judt’ın Hobsbawm’a ve
dolayısıyla kendi kendine âşık bir komünizm romantizmine eleştirilerinin
haklı ve doğru olduğuna; sosyalizmin bitmişliği ile ayrı bir ekol
olarak Marksist tarihçiliğin bitmişliğinin de birbirine paralel
seyrettiğine işaret etmeye çalıştım. 1 Mayıs 1977 tartışması daha sonra
çıktı ama, Judt’ın burada Komünistliğin iç yalanları (veya partisel
yalan) hakkında yazdıklarının, o efsaneyi sürdürme tavrını da canevinden
vurduğu kanısındayım.
Tony Judt 2010’da, henüz 63’ünde; Eric
Hobsbawm ise daha geçen hafta, 95’inde hayata gözlerini yumdu. Kısmet
buymuş, bugüneymiş. Judt öldüğünde ağlamamıştım. Hobsbawm’ın öldüğünü
duyunca babam ve kendi hayatımın bir parçası ölmüş gibi oldum; bu
yaşımda kendimi tutamayıp hem de epey ağladım. Öte yandan, olanca
büyüklüğü içinde Eric Hobsbawm’ı, kendisinden otuz küçük yaş küçük Tony
Judt’ın bu eleştirisiyle anmanın, adalet ve hakkaniyete ve tarihin
hükmüne uygun olduğu kanısındayım.
–
En temel bazı noktalar
Geçen
hafta 95 yaşında hayata gözlerini yuman Eric Hobsbawm için, iki yıl
önce 62 yaşında ölen Tony Judt’ın 2003 sonlarında yazdığı eleştirinin
ikinci bölümünü, yer darlığından ötürü orijinalinden bir paragraf
eksiğiyle, ayrıca dipnotlarına benim yaptığım ekleme ve genişletmeler de
çıkarılmış olarak, bugün bu sayfada bulacak; tamamını ise internette
okuyabileceksiniz. Bilvesile, dün yayınlanan kısmı hakkında tek bir
noktayı düzeltmek isterim. İki büyük tarihçiyi birlikte anmak, benim
giriş notumun başlığıydı. Asıl Judt’ın yazısı ise Eric Hobsbawm ve
Komünizm Romansı başlığını taşıyordu. Karışıklık için okurlardan ve
herkesten özür dilerim.
Bu son 17,000 vuruş ve 2300 sözcük
içindeki sadece birkaç hususun altını çizmek istiyorum. Bizde Stalin
terörü denince, hemen sadece 1930’ların Moskova duruşmaları anlaşılır;
1945 sonrasında Sovyet rejimi Doğu Avrupa’ya klonlanırken yaşanan ikinci
aşaması, Nazizm yıllarını Moskova’da geçirmemiş herkesten şüphe eden
Stalin’in, sırf bir iktidar gösterisi olarak ve dehşet salmak uğruna,
başta Macar ve Çekoslovak partileri olmak üzere hemen bütün “millî
komünist” önderlikleri (Laszlo Rajk, Rudolf Slansky ve çevrelerini)
dilim dilim doğraması, Koestler’e rağmen o kadar iyi bilinen ve
konuşulan bir olay değildir. Oysa Judt’ın fevkalâde yakından bildiği ve
Postwar’unda da [1945 Sonrası] geniş yer ayırdığı bu olay, sosyalizm
tarihi açısından büyük önem taşıyor.
İkincisi, burada ve gene
Postwar’da anlattıkları ya da bu konuya ilişkin başka yeni yayınlar
karşısında, ben Togliatti’ye ve İtalyan Komünist Partisi’ne eskiden
açtığım kredileri de, şahsen geri almak ihtiyacındayım.
Üçüncüsü,
Sovyetler Birliği hakkındaki hükmün ağırlığı: İnsanlığa “sıfır katkıda
bulundu. Sıfır.” Ben de Judt’la birlikte sormak ihtiyacını duyuyorum:
“Olumlu miras” diye herhangi bir şey kaldı mı geriye? Dördüncüsü,
komünizmin komünist olmayan kurbanları. Hakikaten, biz kendimizi onlarla
mı özdeş tutuyoruz, yoksa onlara hâlâ, kendimizi her nasılsa
özdeşleştirmeye devam ettiğimiz bir sosyalizmin “hatâları”
perspektifiyle mi bakıyoruz ?
Beşincisi, kutsallık duygusu. Sosyalizm
tartışmalarımız sırasında ve şimdi bu yazıyı çevirirken tekrar tekrar
da okuyarak, şu soru hep takıldı ve takılıyor aklıma:
Eski
komünistlerin sosyalizmi ve komünizmi ahlâkî bir üstünlük, kendi
kendilerine bahşettikleri bir kutsallık pâyesi olarak taşımaya ne
hakları var?
Eric Hobsbawm ve Komünizm Romansı
Tony Judt
Çeviri: Halil Berktay
Eric
Hobsbawm dünyanın en tanınmış tarihçisi. 1994’te yayınlanan Age of
Extremes [Aşırılıklar Çağı] Çinceden Çekçeye kadar düzinelerle dile
çevrildi. Anıları Yeni Delhi’de çoksatan oldu; Latin Amerika’nın --
özellikle Brezilya gibi -- bazı köşelerinde, kültürel bir halk kahramanı
mertebesinde. Ününü fazlasıyla hak ediyor. Uçsuz bucaksız bilgi
kıtalarına rahat bir özgüvenle hükmediyor -- Cambridge’te mensup olduğu
kolejdeki danışmanı, bir gün bana, Eric Hobsbawm’ın karşısına çıkan ve
ders verdiği gelmiş geçmiş en zeki lisans öğrencisi olduğunu söyledikten
sonra şöyle devam etmişti: “Tabii, öğrettiğim söylenemez aslında --
öğretmesi mümkün olmayan biriydi. Eric zaten her şeyi biliyordu.”
Hobsbawm
sadece başka tarihçilerden daha çok şey bilmekle kalmıyor. Daha da iyi
yazıyor üstelik: nisbeten genç bazı İngiliz meslekdaşlarının “teorik”
vıdı vıdıcılığına ya da kantarın topuzunu kaçıran narsist belâgat
gösterilerine zerrece yer vermeksizin (ve kalabalık lisansüstü
araştırmacı gruplarına da itibar etmeksizin -- bütün okumalarını kendisi
yapıyor). Üslûbu net ve tertemiz. Bir zamanlar İngiliz Komünist
Tarihçiler Grubu’ndan arkadaşı olan E. P. Thompson, Raymond Williams ve
Christopher Hill gibi, Hobsbawm da İngiliz nesrinin ustalarından. Okumuş
okuyucular için, anlaşılır bir tarih yazıyor.
Otobiyografisinin
başları, belki de Hobsbawm’ın yazdığı en güzel sayfalar. Hiç değilse,
en yüksek dozda kişisel sayfaları olduğu kesin. Biri Londra’nın East
End’inden [şehrin görece aşağı sınıf Doğu Ucu’ndan – ç.n.], diğeri
Habsburg Avusturya’sından olan babası ve annesi, Birinci Dünya Savaşı
sırasında tarafsız Zürich’de tanışıp evlenmişlerdi. İki çocuklarından
büyüğü olan Eric, 1917’de İskenderiye’de doğduysa da, ilk anıları
ailenin savaş sonrasında yerleştiği Viyana’da başlıyor.
Habsburg-sonrasının yoksul, güdükleşmiş Avusturya’sında, iki yakalarını
zar zor bir araya getirmeye çalışıyorlar. Eric on birindeyken, “ya para
kazanmak veya ödünç almak uğruna şehirde attığı giderek daha umutsuz
turlardan birinden” dönen babası, 1929’un kaskatı donmuş bir Şubat
gecesi kapı eşiğine yığılıp ölüyor. Bir yıl geçmeden annesine
akciğerlerinden hasta olduğu teşhisi konacak; aylar boyu hastane ve
sanatoryumlarda tedavi görecek ama nafile; 1931 Temmuz’unda o da vefat
edecek. Oğlu on dördüne yeni girmiş, o sırada.
Eric Berlin’e,
teyzelerinden birinin yanına gönderiliyor. Alman demokrasisinin can
çekişmesini anlatışı büyülüyor insanı -- “Titanik’teydik ve buzdağına
çarpmakta olduğumuzu herkes biliyordu.” Genç Hobsbawm, Weimar
Cumhuriyeti’nin umutsuz siyaset girdabına yakalanmış bir Yahudi yetimi.
Gittiği lisede (Gymnasium’da) Alman Komünist Partisi’ne (KPD) katılıyor.
Stalin’in KPD’ye empoze ettiği, Nazilere değil Sosyal Demokratlara
saldırmak biçimindeki bölücü intihar stratejisine birinci elden tanık
oluyor. Berlin Komünistlerinin cesur hayalleri ve ümitsiz yürüyüşlerine
katılıyor. Ocak 1933’te, kızkardeşini okuldan alıp eve getirirken
Hitler’in şansölyeliğe atandığını gazete tezgâhlarından öğreniyor.
Viyana’daki çocukluğunun anlatımı gibi Berlin öyküleri de, insanın içine
işleyen kişisel anıları ile bir tarihçinin iki savaş arasında Orta
Avrupa’da yaşam üzerine düşüncelerini, hiçbir kopukluğa yol açmaksızın
birbirine örüyor, iç içe geçiriyor: “Yirminci yüzyılın Orta Avrupa’daki
‘Felâketler Çağı’nı yaşamamış olanlar için, asla sürmesi beklenmeyen bir
dünyada, hattâ bir dünya bile denemeyecek, ancak ölmüş bir geçmiş ile
henüz doğmamış bir gelecek arasında yer alan geçici bir istasyon diye
tarif edilebilecek bir şeyin içinde varolmanın ne demek olduğunu
anlamak, kolay olmasa gerek.” Sırf bu ilk yüz sayfa bile, kitabın
fiyatına rahatlıkla değer.
Hobsbawm ailesinin çocukları
İngiltere’ye gönderiliyor (Britanya pasaportları ve Londra’da akrabaları
var). Olağanüstü yetenekli ve yaşına göre çok ileri olan Eric, iki yıl
içinde İngilizce öğrenime geçişin üstesinden geliyor ve Cambridge
Üniversitesi’nin King’s College’ında tarih okumak için Herkese Açık
Burs’lardan birini kazanıyor. İngiliz seçkinler zümresine ömür boyu
sürecek yükselişi de orada, lisans sınavlarındaki çarpıcı başarıları ve
Apostles’a seçilmesiyle [Havariler - ç.n.] başlıyor (üyelerini kendisi
seçerek varlığını sürdüren bu Cambridge “gizli derneği”nin Hobsbawm’dan
önceki üyeleri arasında, Wittgenstein, Moore, Whitehead, Russell,
Keynes, E. M. Forster ve “Cambridge casusları” Guy Burgess ile Anthony
Blunt da yer alıyordu). King’s College’da Hobsbawm’ın çağdaşı olan Noel
Annan, lisans öğrenciliği yıllarındaki Hobsbawm’ı “hayret verici
derecede olgun, tepeden tırnağa Parti’nin güncel siyaset yorumuyla
donanmış, âlim [erudite - ç.n.] olduğu kadar fasih [fluent - ç.n.],
akranlarından herhangi biri hangi kıyıda köşede kalmış konuda bir
seminer ödevi yazmaya kalkacak olursa olsun, o mesele hakkında bir
görüşü olacak kadar donanımlı” diye anlatıyor.
Savaştan sonra,
Hobsbawm’ın siyasî görüşleri İngiliz akademik kariyerinin formel
basamaklarını birer birer çıkmasını yavaşlattı; eğer Komünist Partisi’ne
üye olmasaydı, muhtemelen daha genç bir yaşta seçkin bir kürsü sahibi
olurdu. Gene de -- Primitive Rebels’dan [İlkel İsyancılar] The Age of
Capital’a [Sermaye Çağı], Industry and Empire’dan [Sanayi ve
İmparatorluk] The Invention of Tradition’a [Geleneğin İcadı] -- her yeni
kitabıyla ulusal ve uluslar arası ünü büyümeye devam etti.
Emekliliğinde, kariyeri şan ve şerefle taçlandırıldı: Her yerde konuşma
verdi; yığınla onur doktorası aldı; İngiltere Kraliçesinin Şeref
Refakatçileri’nden [Companion of Honor - ç.n.] biri oldu.
Yıllar boyu
yaptığı yolculuklar sayesinde Hobsbawm kendini çok ilginç bazı
durumlarda buldu: Halk Cephesi’nin doruğunda olduğu Paris’teki 1936
Bastille Günü kutlamaları sırasında, Sosyalist Parti’ye ait bir haber
kamerası kamyonunun üstüne çıktı (öyle bir fotoğrafı var, neredeyse
yetmiş yıl ötede, ama inanılmaz derecede tanıdık). İspanya İç Savaşı’nın
ilk başlarında, kısa süreyle Katalonya’ya geçti. Bir seferinde
Havana’da Che Guevara’nın -- irticalen -- tercümanlığını yaptı.
Otobiyografisinde, Latin Amerika, İspanya, Fransa ve -- özellikle --
İtalya’daki seyahat ve dostluklarından, zorlama olmayan bir coşkuyla söz
ediyor. İngiliz tarihçilerinin -- ve ilk başta aralarında yer aldığı
İngiltere tarihçilerinin -- çoğunun aksine, Hobsbawm sadece çok-dilli
değil aynı zamanda referans noktaları bakımından içgüdüsel olarak
kozmopolit oldu. Anıları, yakın ailesi ve aşkları hakkında insana hoş
bir tazelik hissi verecek derecede ketum; buna karşılık kamusal
dünyasını meydana getiren erkek ve kadınlarla dolu. Uzun ve verimli bir
yirminci yüzyıl yaşantısına tanıklık ediyorlar.
Ama eksik olan
bir şey var. Eric Hobsbawm sadece Komünist olmuş değildi -- öylesinden
İngiltere’de bile çok var. Altmış [öldüğünde yetmiş – ç.n.] yıl süreyle
Komünist kaldı. Britanya’nın küçücük Komünist Parti’sindeki üyeliğinin,
ancak Tarih temsil etmiş olduğu dâvâyı kesinlikle gömdükten sonra, kadük
olmasına izin verdi. Ve bir ara Komünizmin büyüsüne kapılmış olan hemen
bütün diğer aydınlardan farklı olarak Hobsbawm’da hiç pişmanlık
belirtisi yok. Hattâ öyle ki, bir yandan Komünizmde somutlanan her şeyin
toptan yenilgisini teslim ettiği halde, diğer yandan, 80’inden 90’ına
giderken hiç gözünü kırpmadan “Ekim Devrimi’nin rüyası benim içimde bir
yerde hâlâ yaşıyor” diyor; bunda israr edebiliyor.
Tahmin
edilebileceği gibi, ömrünü adadığı Komünizmden “dönmeme” konusundaki bu
tâvizsiz inattır ki kamuoyunda pek çok yoruma konu oluyor. Niçin
arkadaşlarınızın büyük çoğunluğu gibi partiden 1956’da, Sovyet tankları
Macar ayaklanmalarını ezdiğinde ayrılmadınız, diye soruluyor Hobsbawm’a
sayısız mülâkat sırasında. 1968’de Kızıl Ordu Prag’a girdiğinde niçin
ayrılmadınız ? Niçin (Hobsbawm’ın son yıllarda birkaç kere öne sürdüğü
gibi) eğer sonuç biraz daha iyi olsaydı Stalin döneminin insan hayatları
ve acılarıyla ölçülen bedelinin ödemeye değer olmuş olacağına inanmaya
devam ediyorsunuz ?
Hobsbawm bu tür bütün sorgulamalara
muntazaman ama azıcık bezgin bir tavırla cevap verirken, bazen,
insanların Komünist geçmişine bu kadar takması karşısında yukarıdan
bakan bir sabırsızlığı da hafifçe hissettirmekten geri durmadı. Ne ki,
bu soruya kendisi çanak tutuyor. Kendi anlatımıyla, hayatının büyük
bölümünü Komünizme vermiş. Otobiyografisinde o kadar sürükleyici bir
şekilde söz ettiği insanların çoğu Komünist. Onyıllar boyu Komünist
yayınlar için yazmış ve parti toplantılarına katılmış. Başkaları partiyi
terk etmiş ama o kalmış. Sadakatini uzun uzadıya tasvir ediyor, ama hiç
açıklamıyor.
Hobsbawm’ın Komünizme bağlılığının Marksizmle pek
bir ilgisi yok. Onun için “Marksist bir tarihçi” olmak, “tarihsel” veya
yorumlayıcı dediği bir yaklaşımı olmaktan ibaret. Hobsbawm’ın
gençliğinde, siyasal olayların anlatımına kıyasla daha geniş
açıklamalara yönelmek, ekonomik nedenleri ve toplumsal sonuçları
vurgulamak radikal ve ikonoklastik bir tavırdı -- Marc Bloch’un Annales
grubu da Fransız tarihçiliğine benzer değişimleri dayatıyordu. Günümüzün
historiyografi tablosu öyle ki, bu tür kaygılar aşikâr, hattâ
muhafazakâr kaçıyor. Üstelik, New Left Review’daki Gramsci
epigonlarından farklı olarak Hobsbawm, Avrupa anakarasına özgü
Marksizm-içi tartışmalara ve teori denemelerine de hep tipik bir İngiliz
ilgisizliği içinde oldu; eserlerinde bunları hemen hiç yansıtmıyor.
Hobsbawm
versiyonunda, bizzat Komünizmi bile belirli bir yere raptetmek hiç
kolay değil. Anlatımından, Komünist olmanın nasıl bir his olduğu hemen
hiç çıkmıyor. Hemen her yerde olduğu gibi İngiltere’de de Komünistler
vakitlerinin büyük bölümünü ajit-prop’la -- parti yayınlarını satmakla,
seçimlerde parti adayları için halkla bire bir konuşmakla, gerek hücre
toplantılarında gerekse kamuya açık tartışmalarda “genel çizgi”yi
yaymakla, toplantı organize etmekle, miting ve gösteri planlamakla, grev
kışkırtmakla (veya önlemekle), cephe örgütlerini manipüle etmekle
vesaire geçiriyordu. Sıradan, rutin, çoğunlukla sıkıcı ve bıktırıcı
işlerdi bunlar; vefa ve görev duygularıyla yapılıyordu. Şimdi aklıma
gelen neredeyse istisnasız bütün Komünist ve eski Komünist anılarında bu
gibi meseleler çok geniş yer tutar -- kaldı ki, böyle kitapların en
ilginç yanı da bunlardır genellikle, çünkü bu rutinler çok zaman
alıyordu ve çünkü eninde sonunda bunlar parti hayatının ta kendisiydi.
Ama
kendisinin de açık seçik belirttiği gibi, Eric Hobsbawm hiç hoşlanmamış
bu tür yerel örgüt çalışmalarından. Bunun tek istisnası, lise
öğrenciliği yıllarında SA kahverengi gömleklilerine meydan okumak
pahasına 1933 Mart seçimlerinde halkın arasına girip (aslında ölüme
mahkûm olan) KPD’ye oy çağrısında bulunmak gibi gerçekten tehlikeli bir
işe girmiş olması. Buna karşılık sonraki yıllarda kendini tamamen
“akademik veya entellektüel çevreler” içinde çalışmaya hasrettiğini
görüyoruz. 1956’dan sonra ise, “Parti’nin, kendi içinde reform
yapamadığı için artık ülkede uzun vâdeli bir siyasî geleceği
olamayacağına kanaat getiren” Hobsbawm, (bizatihî partiyi değilse de)
Komünist aktivizmi bırakıyor. Dolayısıyla anılarından, bir yaşam tarzı
ve hattâ bir siyaset tarzı olarak dahi Komünizm hakkında hiçbir şey
öğrenemiyoruz.
Ne ki, bir mikro-toplum olarak partiden bu
uzaklık, Hobsbawm’ın karakterine son derece uygun. Her ne kadar gene
kendisi “o karanlık yılların duygusal yaralarını benim de üzerimde
taşıdığıma hiç kuşkum yok diyorsa da, gençlik travmaları ile yetişkin
duruşları arasında ne tür bağlantılar olduğuna ilişkin spekülasyon biraz
boş kaçar. Ama açık ki Hobsbawm dünya ile arasına hep belirli bir
mesafe koymuş; kendi ifadesiyle, “entellektüalizmi[m] ve insanlar
âlemiyle pek ilgilenmeyişi[m]” ona trajediler karşısında kalkan olmuş.
Bu, Eric Hobsbawm’ın çok iyi bir sohbet arkadaşı olmasını ve bundan
keyif almasını engellememiş. Ama galiba belirli bir empati yoksunluğunu
açıklıyor: Eski yoldaşlarının ne coşkusu ne de suçları pek etkilemiyor
Hobsbawm’ı. Başkaları partiyi umutsuzluk içinde terk etmiş çünkü parti
onlara çok şey ifade edegelmiş. Hobsbawm ise partide kalabilmiş çünkü en
azından günlük hayatı açısından hemen hiçbir şey fark etmemiş.
Lâkin
bambaşka bir açıdan baktığımızda Eric Hobsbawm, kendilerini [dâvâya]
çok daha canıgönülden adayan pek çok çağdaşına kıyasla Komünist kalıba
çok daha iyi oturuyor. Modern Avrupa Solunun tarihinde, her şeyi içine
çekip soğuran birçok mikro-toplum oldu. Sadece İngiltere’de, Büyük
Britanya Sosyalist Partisi’ni, Bağımsız İşçi Partisi’ni, Fabiancıları,
çeşit çeşit Sosyal Demokrat ve anarşist federasyonları ile tabii
Troçkistleri ve sair çağdaş “Eski Mümin”leri sayabiliriz. Ne ki, başka
yerlerde olduğu gibi İngiltere’de de Komünist Partisi bütün bunlardan,
otorite ilkesiyle, hiyerarşiyi kabullenişle ve düzen tutkusuyla
ayrılıyordu.
Eric Hobsbawm kesinlikle bir düzen adamı, kendi
ifadesiyle “Tory bir komünist.” Komünist entellektüeller asla “kültürel
aykırı”lar [cultural dissidents - ç.n.] olmadılar ve Hobsbawm’ın da sırf
kendisi için varolan post-şu veya post-bu “solcu”luğu küçümseyişi uzun
bir Leninist soykütüğüne dayanıyor. Ama gene Hobsbawm söz konusu
olduğunda, bir başka gelenek de devreye giriyor. Hobsbawm
Thatchercılıktan büyük bir horlamayla “aşağı orta sınıf anarşizmi” diye
söz ettiğinde, bir çırpıda iki büyük lânetlemeyi birleştiriveriyor:
Marksizmin düzensiz, başına buyruk bir kendi kendine düşkünlük haline
eskiden beri duyduğu nefret ile, İngiliz yönetici elitinin ilim irfan
görmemiş, toplumsal konumu açısından özgüvensiz ama ekonomik bakımdan
hırslı kâtip ve satış elemanlarının oluşturduğu, geçmişte Mr. Pooter ve
şimdi Essex İnsanı tarafından simgelenen hizmet sınıfına karşı, daha da
eskilere giden aşağılama duygusu. Özetle, Eric Hobsbawm bir mandarin,
Komünist bir mandarin -- ait olduğu kastın bütün özgüven ve
önyargılarını taşıyor.
Bunda şaşılacak bir şey yok: Hobsbawm’ın
1939’da yükselip Apostles grubuna dahil oluşunu anlatırken söylediği
gibi, “devrimciler dahi münasip bir geleneğe mensup olmaktan
hoşlanırlar.” Gerek üniversitelerde ve gerekse sivil devlet hizmetindeki
İngiliz mandarin sınıfı, (uzaktan uzağa da olsa) sık sık Sovyetler
Birliği’nin cazibesine kapılıyordu. Orada görüp beğendikleri şey, çok
tanıdık bir kalıptı -- işin en doğrusunu bilenlerin toplumu yukarıdan
aşağı iyileştirmesi. Özellikle Fabiancılar (Shaw, Wells, karı-koca
Webb’ler) Komünizmi böyle anlıyorlardı ve bunda yalnız da değillerdi.
Bence Hobsbawm’ın İngiliz tanıtımcılarının, Komünizminin ileri geri
eleştirilmesini çoğu zaman biraz hayretle izlemesinin nedeni bu: sadece
bir adamın kişisel görüşlerinin didik didik edilmesini kabalık
saydıklarından değil; ya da Sovyet Komünizmini çok uzaklardaki (ve çok
uzak geçmişteki) başka bazı insanların başına gelmiş olup buraların
yerel hayat tecrübesi ve tarihinde hiç yankı bulmayan bir şey gibi
düşündüklerinden de değil; insan ruhunun mühendisliğine girişmek ne tür
olursa olsun bütün elitlere çekici geldiği için, söz konusu sorgulamayı
hafifseyebiliyorlar.
Ama Eric Hobsbawm, sadece (kendi sözleriyle)
“resmî İngiliz kültür müessesesi”nin çok kıdemli ve bundan hayli de
gurur duyan “bir üyesi” değil; eğer öyle olsaydı, kurumsal bir cesede
olan bağlılığını herhalde çoktan rafa kaldırmış olurdu. Hobsbawm aynı
zamanda bir romantik. Örneğin, sanayi proleterlerinin ahlâkî ağırlığını
ne kadar parlak olursa olsun çok da ikna edici olmayan bir şekilde
kırsal eşkiyaya aktararak onları romantize etmiş bulunuyor. Keza,
Palmiro Togliatti önderliğindeki İtalyan Komünist Partisi’ni de öyle
romantize ediyor ki, yeni açığa çıkan gerçekler karşısında bu,
Hobsbawm’ın “hayatta en değer verdiği şeyler veya kişiler hakkında bile
kendi kendini aldatmama” vurgusuna pek uymuyor.
Eric Hobsbawm
Sovyetler Birliği’ni romantize etmeyi de hâlâ sürdürüyor: “Zaafları ne
olursa olsun, bizatihî varlığıyla, sosyalizmin bir hayalden ibaret
olmadığını ispatladı.” Bu öyle bir iddia ki, günümüzde ancak çok acı bir
ironi niyetine alındığında anlam taşıyabilir; oysa Hobsbawm’ın kastı
herhalde bu değil. Dahası, Hobsbawm Komünistlerin o kadar çok
övündükleri “sertliği”ni, siyasî gerçekleri güya çok net bir şekilde
görmelerini bile romantize ediyor. En hafif deyimiyle bu, Lenin’in,
Stalin’in ve tek tek haleflerinden her birinin işlediği felâketli
stratejik hatâlar kataloguyla da çelişiyor. Hobsbawm’ın kederli
nostaljisi yer yer, Koestler’in Gün Ortasında Karanlık romanındaki
Rubaşev’in sözleriyle tuhaf bir benzerlik gösteriyor: “Kırk yılda bir
Tarihin önü açılmış ve nihayet insanlığa onurlu bir hayat vaat ederken,
şimdi bu da bitmiş bulunuyordu.”
Interesting Times’da [Tuhaf
Zamanlar] Hobsbawm, Alman Demokratik Cumhuriyeti konusunda belirgin bir
zaafı, yufka yürekliliği olduğunu ortaya koyuyor; birkaç defa, Batı’nın
deniz kızlarının çağrısına kapılıp ADC’yi terk eden aydınların belkemiği
olmadığını imâ ediyor (“Hararete dayanamayanlar mutfaktan çıkıp
gittiler”). ADC’nin döküntü otoritarizmini Weimar Berlin’inin büyüsünden
hatırında kalanlar ile karıştırdığını tahmin ediyorum. Bu da bizi,
Hobsbawm’ın Komünizme ömür boyu adanmışlığının romantik çekirdeğine: hem
tarihin benzersiz bir ânına (Weimar Cumhuriyeti’nin son aylarındaki
Berlin’e), hem de bu âna rastlayan uyanık, duyarlı delikanlıya olan
sarsılmaz sadakatine götürüyor. Yakın zamanda yapılan bir röportajda
aşağı yukarı bunu söyledi zaten: “Hayatımı oluşturan gelenekten ve bu
geleneğe ilk katıldığımda ne düşündüğümden kopmak istemedim.”
Anılarında
çok net: “Berlin’e 1931 yaz sonunda, dünya ekonomisi çökerken geldim…
[Bu] hem yirminci yüzyılın hem de kendi hayatımın şeklini belirleyen
tarihî ândı.” Eric Hobsbawm’ın bu ayları anlatışının, yazmış olduğu en
yoğun, en yüklü -- hattâ cinsellik yüklü -- sayfalar olması tesadüf
değil. Ayrıca, tek duyarlı gözlemci de değildi, neyin söz konusu
olduğunu derhal kavrayan. Öğrenim görmekte olduğu Köln’den evine yazdığı
mektuplarda, yirmi altı yaşındaki Raymond Aron da Almanya’nın
yuvarlanmakta olduğu “uçurum”u betimliyor; o da Titanik’in buz dağına
çarptığını ve Avrupa’nın geleceğinin, artık bu belirleyici ândan ne gibi
siyasal dersler çıkarılacağına bağlı olduğunu kavrıyordu. Aron’un
1931-1933 arasında Almanya’da gördükleri de, kalan bütün hayatı ve
eserlerinin temel ahlâkî ve siyasî referans noktası olacaktı.
Hobsbawm’ın,
yirminci yüzyılın karanlık kalbinde yapayalnız yolunu bulmaya çalışan
kendi ergenlik haline sadık kalmak konusundaki tâvizsiz kararlılığını
takdir etmemek mümkün değil. Öte yandan bu sadakat için yüksek bir bedel
ödüyor -- sandığından çok daha yüksek. “Üyesi olmak istemediğim bazı
kulüpler var” demişti geçmişte. Kastettiği, eski Komünistler. Ne ki,
çağımızın dehşetine ilişkin en iyi anlatımlardan bazılarını, Jorge
Semprun, Wolfgang Leonhard, Margarete Buber-Neumann, Claude Roy, Albert
Camus, Ignazio Silone, Manès Sperber ve Arthur Koestler gibi eski
Komünistler yazdı. Hobsbawm’ın adlarını hiç anmaması dikkat çekici olan
Soljenitsin, Sakharov ve Havel’le birlikte,yirminci yüzyılın Okuryazar
Aydın Cumhuriyeti’ni bunlar oluşturuyor. Kendini böyle bir topluluktan
dışlamakla, üstelik de Eric Hobsbawm gibi biri, sonuçta kendi kendini
taşralılaştırmış oluyor.
Bunun yarattığı tahribat, önce ve en
aşikâr şekilde kendini yazım tarzında belli etmekte. Hobsbawm ne zaman
siyasî bakımdan hassas bir alana girse, derhal üstü kapalı, kılıflı,
tahtalaşmış, “Parti-konuş”u andıran bir dile sığınıyor. Örneğin Age of
Extremes’de [Aşırılıklar Çağı -- ç.n.], “Diktatörlük olasılığı, tek ve
değiştirilmesi imkânsız bir partiye dayalı her rejimde zımnen mevcuttur”
diye yazıyor. “Olasılık” ? “Zımnen mevcut” ? Rosa Luxemburg da pekâlâ
ona söyleyebilirdi ki, tek ve değiştirilmesi imkânsız bir parti esasen
diktatörlüğün ta kendisidir. Anılarında, Komintern’in 1932’de Alman
Komünistlerini Sosyalistlere karşı savaşıp Nazileri görmezden gelmeye
zorlamasını anlatırken Hobsbawm, “bugün artık bunun… intihar derecesinde
aptalca bir politika olduğu kabul ediliyor” diye yazıyor. Bugün mü?
Daha o zaman herkes bunu caniyâne bir ahmaklık olarak görüyordu ve öyle
görmeye devam etti -- Komünistler dışında herkesi kastediyorum.
Hobsbawm
bu gibi meselelerde o kadar nota sağırı ki, Bertolt Brecht’in “Bizden
Sonra Doğanlara” şiirindeki şu mide bulandırıcı duyguları hâlâ övgüyle
zikredebiliyor: Bizler, ki merhametin temellerini atmak istedik; / Bizim
merhamet göstermemiz olanaksızdı. Artık bundan da sonra Hobsbawm’ın,
Kruşçev’in 1956’daki ünlü “gizli konuşma”sını “Stalin’in yanlışlarına
yönelik hoyrat ve amansız bir suçlama” diye tarif etmesindeki tuhaflığa o
kadar şaşmamak gerek. Dikkat edin ki burada “hoyrat” ve “amansız”
sıfatları Stalin’in “yanlışları”nı değil, Stalin’in suçlanmasını
niteliyor. Wroclaw’dan Vladivostok’a kadar uzanan isimsiz mezarların
simgelediği milyonlarca kırık yumurtanın, Komünizm omletine doyamayan
Hobsbawm’ın uykularını kaçırmadığı çok açık. Kendi ifadesiyle, Tarih
dökülmüş süte ağlamaz.
En fazlası, Komünistlerin Komünistlere
yaptığı haksızlıklara hayıflanıyor: Trayko Kostov’un 1949’da Sofya’da
yargılanmasının kendisinde uyandırdığı “mutsuzluk hissi”ni hatırlarken,
bunu “Stalin’in son yıllarını çirkinleştiren düzmece duruşmaların ilki”
diye niteliyor. Değildi oysa. Bizzat Bulgaristan’da bundan önce de bir
düzmece duruşma olmuş; Çiftçi Partisi lideri Nikola Petkov Eylül 1947’de
yargılanıp idam edilmişti. Ne ki, Petkov’un hiç adını anmıyor. Onun
maruz kaldığı adlî infaz Stalin’e leke sürmüş sayılmıyor.
Hobsbawm’ın
da yarı yarıya itiraf ettiği gibi, “yirminci yüzyıla ilişkin resmî
Parti ve Sovyet görüşlerinin gücü karşısında” belki de kendini
ondokuzuncu yüzyılla sınırlaması daha iyi olurmuş. Hâlâ görünmez bir
sansürcünün gölgesinde yazmaya devam ettiği izlenimini uyandırıyor.
Habsburg dönemine ilişkin bağlantıların, bağımsız Avusturya ile bağımsız
Çekoslovakya arasında nasıl 1920’lere kadar sürdüğüne dair anlatımını
şöyle noktalıyor: “Sınırlar henüz, savaşın Tuna üzerindeki tramvay
hattını tahrip etmesinden sonra olacakları gibi aşılmaz değildi.” Görece
genç okuyucular bundan pekâlâ, 1948’den sonra Avusturya’yı ziyaret
etmek isteyebilecek Çek ve Slovakları sadece harap bir tramvay hattının
engellediği sonucunu çıkarabilir. Hobsbawm başka hiçbir engelden söz
etmiyor.
Bunlar uykusu gelen Homer’in kafasının düşmesini andıran
basit dalgınlık hatâları veya dikkatsiz kalem kaymaları değil. Yazarın
büyük eserlerine duydukları saygı yüzünden bunların etrafından kibarca,
ayaklarının ucuna basar gibi dolanan İngiliz yorumcular, aslında eski
bir dostlarına çocuk muamelesi çekmiş oluyor. Hobsbawm çok daha iyisine
lâyık. François Furet bir zamanlar, Sovyetlerin Macaristan’ı işgalini
protesto amacıyla Fransız Komünist Partisi’nden ayrılmasını “hayatımda
yaptığım en akıllı şey” diye nitelemişti. Hobsbawm’ın kalmayı tercih
etmesi, tarihçilik sezgilerini köreltmiş bulunuyor. Tek tek hatâlarını
kolayca kabulleniyor kuşkusuz -- örneğin altmışları küçümsemesini,
Avrokomünizmin yetmişlerin ortalarından sonra hızla gerileyip çökeceğini
tahmin edememesini, ya da “şimdi biliyorum ki başarısızlığa mahkûmdu”
dediği Sovyetler Birliği’ne bağladığı umutların yüksekliğini.
Ne
ki, neden bu gibi hatâlara düştüğünü anlamamışa benziyor -- öyle ki,
Sovyetler Birliği’nin başarısızlığa “mahkûm” olduğuna ilişkin tâvizi
bile, kazanmasının “kaçınılmaz” olduğuna dair eski varsayımın tersyüz
edilmesinden ibaret. Her iki halde de, sorumluluk insanlara değil Tarihe
ait olmuş oluyor ve bu, eski Komünistlerin rahat uyku uyuyabileceği
anlamına geliyor. Geçmişe dönük bu determinizm, Whig Tarihçiliğine
diyalektiği eklemekten başka bir şey değil ve diyalektik de, Buchenwald
toplama kampında kıdemli bir Komünistin genç Jorge Semprun’a izah ettiği
gibi, “daima dört ayak üstüne düşme tekniği ve sanatı” olarak
tanımlanıyor. Hobsbawm dört ayak üstüne düşmüş gerçi; ama onun durduğu
yerden, dünyanın kalanı baş aşağı duruyora benziyor. 1989’un [Sovyetler
Birliği’nin çöküşü ve Doğu Avrupa’nın dönüşümünün -- ç.n.] anlamı bile
hayli müphem. “Hür dünya”nın (korkutucu tırnaklar, kendisine ait)
Sovyetler Birliği’ne karşı zaferi hakkında bütün söyleyebildiği şu
uyarıdan ibaret: “Gelecekte dünyanın, Rosa Luxemburg’un ya sosyalizm ya
barbarlık alternatifiyle yüz yüze geldiğinde barbarlığı seçtiğine pişman
olması hâlâ mümkündür.”
Ne ki, Kızıl Rosa bu satırları yazalı
neredeyse yüz yıl oluyor. Eric Hobsbawm’ın rüyasını gördüğü sosyalizm
artık bir seçenek olmaktan çıktı ve bunun sorumluluğunu, çok büyük
ölçüde, hayatını adadığı o barbarca diktatörlük çarpıklığı taşıyor.
Radikalizm mirasını Komünizm bozdu ve kirletti. Eğer bugün herhangi bir
toplumsal ilerleme büyük anlatısının, siyasî bakımdan ikna edici bir
sosyal adalet projesinin olmadığı bir dünyada yaşıyorsak, bunun nedeni
Lenin ve mirasçılarının kuyuyu zehirlemiş olması.
Hobsbawm
anılarına coşkulu bir final pasajıyla son veriyor: “Bu tatsız zamanlarda
bile silâhsızlanmayalım. Sosyal adaletsizliğe karşı çıkmak ve savaşmak
hâlâ gerekli. Dünyanın kendi kendine iyileşmesi olanaksız.” Her bir
noktada yerden göğe haklı. Ama yeni yüzyılda iyi şeyler yapabilmek için,
işe eskisi hakkında gerçeği söyleyerek başlamamız lâzım. Hobsbawm
kötülüğün gözlerinin içine bakmayı ve adını koymayı reddediyor;
Stalin’in ve eserlerinin gerek siyasî ve gerekse ahlâkî mirasıyla yüz
yüze gelmeyi reddediyor. Eğer gerçekten gelecek nesillere radikal bir
bayrak aktarmak istiyorsa, tutacağı yol bu olmamalı.
Sol, aile
dolabındaki Komünizm şeytanıyla yüzleşmekten nicedir kaçındı, kaçınıyor.
Anti-anti-komünizm diye bir şey var -- 1989 öncesinde soğuk
savaşçılara, o günden beri Tarihin Sonu muzafferiyetine yardım ve
destek vermekten kaçınma arzusu. İşte bu anti-anti-komünizmdir ki, İşçi
ve Sosyal Demokrat akımlarda siyasî düşünceyi onyıllardır kötürüm etti
ve bazı çevrelerde hâlâ da ediyor. Ama Arthur Koestler’in Mart 1948’de
Carnegie Hall konuşmasında belirttiği gibi, “İnsanların yanlış
nedenlerle doğru şeyler söylemesinin önüne geçemezsiniz… Kendini kötü
arkadaşlar arasında bulma korkusu, siyasî bakımdan pirüpak olmanın
ifadesi değildir; belirli bir özgüven eksikliğini yansıtır.”
Eğer
Sol o özgüveni tekrar kazanacak ve diz çöktüğü yerden doğrulacaksa,
geçmişe dair teskin edici masallar anlatmaya son vermek zorundayız.
Hobsbawm’a olanca saygımla birlikte, kendisi bu fikri ne kadar yüzeysel
ve basmakalıp bir şekilde reddederse etsin, yirminci yüzyılın sağ ve sol
aşırılıkları arasında “temel bir akrabalık” vardı ve bu, söz konusu
tecrübeden geçmiş olanlar için son derece aşikârdır. Milyonlarca iyi
niyetli Batılı ilerici, ruhunu gidip bir şark despotuna sattı --
“Şaşırtıcı zırvalık şudur ki,” diyordu Raymond Aron 1950’de, “Avrupa
Solu bir piramit yapımcısını Tanrı bellemiş bulunuyor.” Kanun önünde
eşitlikten tutun da kamusal hizmetlerden yararlanma hakkına kadar, Sol
için önemli olan (ve bugün saldırıya uğrayan) değer ve kurumlar,
Komünizme hiçbir şey borçlu değildir. Yetmiş yıllık “gerçekten mevcut
Sosyalizm”, insanlığın refahına sıfır katkıda bulundu. Sıfır.
Belki
Hobsbawm da anlıyor bunu. Belki, Britanya Komünist Partisi’nin “eviçi
tarihçisi” James Klugmann hakkında dediği gibi, [o da] “neyin doğru
olduğunu biliyor ama herkesin önünde söylemekten kaçınıyor.” Doğruysa,
bu da pek gurur duyulacak bir kitabe olamaz. Yirminci yüzyıl hakkında az
çok bir şeyler bilen Evgenia Ginzburg , Moskova’nın Butyrki
hapishanesindeki işkence hücrelerinden yükselen çığlıkları,
Michelangelo’nun şiirini ezberden tekrar tekrar okuyarak bastırmaya
çalıştığını anlatıyor:
Uyku çok tatlı, daha bile tatlı taş kesilmek.
Bu korkunç dehşet ve utanç çağında,
Üç kere mutlu, ne gören ne hisseden.
Öyleyse bırak beni dinleneyim, huzurumu bölme.
Eric
Hobsbawm çağımızın doğuştan en yetenekli tarihçisi. Ne ki, olanca
huzuru ve dinlenmişliği içinde, her nasılsa çağın dehşet ve utancını
uykuda geçirmiş bulunuyor.
1-
Interesting Times: A Twentieth-Century Life (New York: Pantheon, 2004).
Türkçesi için bkz Tuhaf Zamanlar, çev. Saliha Nilüfer (İletişim
Yayınları, 2006). [Orijinal dipnotu genişleten: Halil Berktay.]
2-
Noel Annan, Our Age: English Intellectuals Between the World Wars -- A
Group Portrait (New York: Random House, 1991), 189. [Başlığın Türkçesi:
Çağımız: İki Dünya Savaşı Arasında İngiliz Aydınları -- Bir Grup
Portresi. Ekleyen HB.]
3- Örneğin bkz Raphael Samuel, “The Lost
World of British Communism (Part I)” [İngiliz Komünizminin Yitik
Dünyası, Bölüm I], New Left Review, no 154 (Kasım-Aralık 1985): 3-53.
Samuel burada “kuşatma altında bir örgüt[ün]… yabancı etkilerden kendini
yalıtmış, dışarıdakilere karşı saldırgan, içeridekiler içinse koruyucu,
komple bir toplum görüntüsü[nü korumasının]” enfes bir portresini
çiziyor; “gözle görünür, elle tutulur bir kilise,” diyor Samuel --
“kurucu babalarından bu yana kesintisiz bir soy kütüğüyle süre gelen,
politikalarımız için kutsal kitaplardan sure ve âyet gösteren, aforoz
ettiklerimiz için İlk Hıristiyanların dilini kullanan” bir kilise.
4-
Doktrin pirüpaklığı ile siyasî bakımdan esamesi okunmaz olmuşluğun
mutlu evliliği sayesinde yüz yıldır ayakta kalan bir partinin iç
hayatına ilişkin bir anlatım için, bkz Robert Baltrop, The Monument: The
Story of the Socialist Party of Great Britain [Abide: Büyük Britanya
Sosyalist Partisi’nin Öyküsü] (Londra: Pluto Press, 1975).
5- Bkz
George ve Weedon Grossmith, Diary of a Nobody [Sıradan Birinin Günlüğü]
(Londra, 1892). [Ek bilgi: 19. yüzyıl sonlarında Grossmith kardeşler
tarafından kaleme alınan bu komik roman, orta yaşlı, aşağı orta sınıftan
kâtip Mr. Charles Pooter’ın hayatından on beş aylık bir dilim üzerine
kuruludur. Güldürü unsurları Victoria döneminin sosyal kuralları, Mr.
Pooter’ın gafları ve kendi kendine şişinmesi, buna karşılık kendi
üstlerinden maruz kaldığı aşağılamalardan kaynaklanır. “Essex İnsanı”
ise 1990’lar İngiltere’sinin stereotiplerindendir. Margaret Thatcher’a
oy veren “ortalama seçmen” anlatan bir yanı vardır. – Halil Berktay.]
6-
Nisan 1963’te, yani ölümünden kısa bir süre önce Togliatti, Çekoslovak
Komünist Partisi genel sekreteri Antonin Novotny’ye yazdığı mektupta,
Aralık 1952’deki Rudolf Slansky dâvâsının kurbanlarının kamuoyu önünde
“itibarlarının iade edilmesi”nin ertelenmesi için ricacı oldu. Böyle bir
açıklama, diyordu Togliatti, “bize karşı azgın bir kampanyanın
tetiklenmesine yol açar, bütün o en aptalca ve provokatif anti-Komünist
temaları [i temi più stupidi e provocatori dell’anticommunismo] öne
çıkarır ve yaklaşan seçimlerde bize zarar verir.” Bu, Togliatti’nin
1950’lerin başlarındaki düzmece duruşmaları savunmada PCI’nin [İtalyan
Komünist Partisi’nin] sorumluluğunu örtük olarak kabullenmesi demekti.
Bkz Karel Bartosek, Les Aveux des Archives: Prague-Paris-Prague,
1948-1968 [Arşivlerin Tanıklığı] (Paris: Seuil, 1996), 372, Ek 28. Daha
da genel olarak, bkz Elena Aga-Rossi ve Victor Zaslavsky, Togliatti e
Stalin: Il PCI e la politica estera staliniana negli archivi di Mosca
[Togliatti ve Stalin: Moskova Arşivlerinde İtalyan Komünist Partisi ve
Stalinist Dış Politika] (Bologna: Il Mulino, 1997), özellikle 263 vd.
7- Sarah Lyall, “A Communist Life with No Apology” [Özürsüz Bir Komünist Yaşam], New York Times, 23 Ağustos 2003.
8- Bkz benim The Burden of Responsibility: Blum, Camus, Aron, and the
French Twentieth Century [Sorumluluğun Yükü: Blum, Camus, Aron ve
Fransa’nın Yirminci Yüzyılı] (Chicago: University of Chicago Press,
1998) kitabımda, 137-183: “The Peripheral Insider: Raymond Aron and the
Wages of Reason” [İçeride ama Kenarda: Raymond Aron ve Aklın Bedeli]
bölümü.
9- Bkz Neal Ascherson, “The Age of Hobsbawm” [Hobsbawm’ın Çağı], The Independent on Sunday, 2 Ekim 1994.
10- Örneğin bkz Jorge Semprun, The Autobiography of Federico Sanchez
and the Communist Underground in Spain [Federico Sanchez’in
Otobiyografisi ve İspanya’daki Komünist Yeraltı Faaliyeti] (New York:
Karz, 1979); ilk yayınlanışı Autobiografia de Federico Sanchez,
Barcelona 1977. Wolfgang Leonhard, Child of the Revolution [Devrimin
Çocuğu] (New York: Pathfinder Press, 1979); ilk yayınlanışı Die
Revolution entlasst ihre Kinder, Köln 1955. Claude Roy, Nous [Biz]
(Paris: Gallimard, 1972). Margarete Buber-Neumann, Von Potsdam nach
Moskau: Stationen eines Irrweges [Potsdam’dan Moskova’ya: Yanlış Yoldaki
İstasyonlar] (Stuttgart: Deutsche Verlags-Anstalt, 1957).
11-
Kitabın Sarmal ve Everest yayınevlerinden çıkan Türkçe çevirisiyle
karşılaştıracak zamanım olmadığı için okurlardan özür dilerim. -- H.B.
12-
Keza, kitabın İletişim’den çıkan Türkçe çevirisiyle karşılaştıracak
zamanım olmadığı için de okurlardan özür dilerim. -- H.B.
13-
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, “Sovyet” ile ”Parti” arasındaki
ayırım ki, yerel Komünistlerin Moskova’dakilerden çok farklı olduğunu
(ve dolayısıyla Moskova’dakilerin günahlarından sorumlu olmadıklarını)
imâ ediyor. Ama Eric Hobsbawm’ın herkesten daha iyi bildiği gibi, bu tam
bir palavra. Lenin’in eski Sosyalist Enternasyonal’den kopmasının temel
nedeni, bütün devrimci örgütleri Bolşevik modeline uygun ve Moskova’dan
talimat alan tek bir birime dönüştürmekti. Lenin’in 1919-1922
yıllarında Avrupa’nın Sosyalist partilerini bölmek için kullandığı,
Komintern üyeliğinin ünlü “Yirmi Bir Şart”ının amacı buydu. Tabii
Fransız Sosyalist lideri Paul Faure’ye göre, bunların yanı sıra bir de
yazılı olmayan Yirmi İkinci Şart söz konusuydu: Bolşevikler işlerine
geldiğinde diğer yirmi bir şartı yok sayabilirler.
14-
Liberalizmin bir alt-varyantı olarak, insanlık tarihinin sürekli ve
tedricî bir şekilde daha fazla aydınlanma, özgürlük ve demokrasiye doğru
yol aldığı şeklindeki iyimser-kaçınılmazcı yaklaşım, Herbert
Butterfield’in 1931’de icat ettiği bir terimle, Historiyografide “Whig
Tarihçiliği” olarak anılır [Halil Berktay].
15- “Mais c’est quoi,
la dialectique?” [Peki bu diyalektik nedir ki?] “C’est l’art et la
manière de toujours tomber sur ses pattes, mon vieux!” [Dostum, daima
dört ayak üstüne düşme tekniği ve sanatıdır!] Jorge Semprun, Quel Beau
Dimanche [Ne Güzel Bir Pazar] (Paris: Grasset, 1980), 100.
16-Bir kere daha, kitabın İletişim’den çıkan Türkçe çevirisiyle
karşılaştıracak zamanım olmadığı için okurlardan özür dilerim. -- H.B.
17-
Arthur Koestler, The Trail of the Dinosaur and Other Essays [Dinozorun
İzi ve Diğer Denemeler] (New York: Macmillan, 1955) içinde, “The Seven
Deadly Fallacies” [On Ölümcül Mantık Hatâsı], 50.
18- Raymond Aron, Polémiques [Polemikler] (Paris: Gallimard, 1955), 81.
19- (Y)evgenia Ginzburg (1906-1977): Kazan Devlet Üniversitesi’nde
Leninizm Tarihi doçenti ve bölüm başkanıyken, 1934’te Kirov’un katlini
izleyen Stalinist terör dalgası sırasında tutukladı ve NKVD’nin üç yıl
süren baskılarına rağmen, “Parti içinde Troçkist gizli örgüt” vb
suçlamaları asla kabullenmedi. 1937’de yedi dakika süren gizli bir
duruşmayla mahkûm edilip Sibirya’ya postalandı. Stalin’in ölümünden
sonra, 1955’te serbest kaldığı ve itibarı iade edildiğinde, Gulag’da 18
yıl geçirmişti. 1967’de bitirdiği hatıraları, ancak Sovyetler Birliği
dışında yayınlanabildi [Halil Berktay].
20-Evgenia Ginzburg, Journey into the Whirlwind [Hortumun Gözüne Yolculuk] (New York: Harcourt Brace Jovanovich, 1967), 162.