BeKoS tv Every Day A Film We are now less then a minute Türkiye'yiz
‘Gönül kırıklıkları’nı gidermek lazım 24 Haziran 2013 Taksim Gezi Parkı olayları, genelde Türkiye'nin yüz yıllık tarihi içinden ya da uluslararası siyaset cephesinden yorumlandı
‘Gönül kırıklıkları’nı gidermek lazım.
Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan
Taksim Gezi Parkı olayları, genelde Türkiye'nin yüz yıllık tarihi içinden ya da uluslararası siyaset cephesinden yorumlandı.
Siyaset
dışında sosyolojik analizlere girişenler de olmadı değil. Ancak hazırda
bekletilen bazı kavramlardan, sahaya inemeyen kalıp cümlelerden öteye
geçmek zor. Âkil İnsanlar Heyeti ile “Kürt meselesi” için Marmara
Bölgesi'ni dolaşan Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan, toplumdaki ‘birikmiş
enerji'nin çok önceden hissedildiğini söylüyor. Bu enerjinin, bugün
olmasa başka zaman mutlaka açığa çıkacağını düşünen Arıboğan,
uluslararası dengelerin yeniden kurulduğu bir dünyada, yeni
hareketlenmelerin de doğal olduğunu belirtiyor. Ama ona göre en büyük
sebep ‘gönül kırıklıkları'. Kürt meselesinde olduğu gibi Alevi
meselesinde de görülen bu ‘gönül kırıklıkları' yıllarca horlanmış
toplulukların devlete karşı öfke duymasına yol açıyor. Açılımlar bu
anlamda tansiyonu düşürüyordu ancak Gezi Parkı sonrası oluşan atmosfer,
artık ‘tanınma' politikalarının kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Deniz
Ülke Arıboğan’la Timaş Yayınları’ndan çıkan “Büyük Resmi Görmek” kitabı
etrafında yaşananları konuştuk.
Daha önce örneği olmayan
bir olayı yaşıyoruz, Gezi Parkı eylemleri Taksim'den başlayarak tüm
Türkiye'ye taşındı. Nasıl okumak lazım?
Taksim meselesi
uzun bir süredir birikmiş bir enerjinin açığa çıkmasıdır. Son 10 yıldır
dünya üzerinde büyük bir dönüşüm yaşanıyor. Türkiye, bu dönüşüme bir
tepki veriyor. İçerde de vesayetçi sistemin yıkılması ve demokratikleşme
çabası, diğer yandan merkeziyetçi bir yapıya doğru gidiş var. Ayrıca
Cumhuriyet döneminin egemen sınıfı yerini yeni aktörlere bırakıyor. Bu
dönüşümün yarattığı enerji birikimi çok yoğundu ve bir yerde patlak
vermesi kaçınılmazdı. Ben olayı, başlangıçta yanlış yönetilmiş bir mikro
krizin, makro çerçeveye yayılması ve bir enerji atımı olarak
değerlendiriyorum.
Olayların aktörü ya da aktörleri kim?
Türkiye
dönüşürken, eski Türkiye ile ittifak halindeki yapılar bundan
memnuniyet duymuyor. Özellikle Türkiye'nin yeni dış politikasından
kaynaklanan bir Türkiye muhalifleri cephesi oluşmuş durumda. ABD
yönetimi ile en iyi ilişkilerinizin olduğu bir noktada, en büyük
muhalefeti yine ABD içerisindeki bir gruptan görebilirsiniz. Bu bakımdan
devletsel değil, siyasal hatlardan ve türdeş olmayan aktörlerden söz
etmeliyiz. Özetlersek bir tarafta Türkiye'nin dış politika hattının ve
dünya üzerindeki konumlanışının değişmesinden rahatsız olanlar; öte
tarafta Erdoğan hükümetinin 3. döneminde daha otoriter bir çizgiye doğru
evrildiğini ve bunun Türkiye'ye biçilen rol modeline aykırı olduğunu
düşünenler var. Arkalarda da “ittifakları koparırsan çok da güçlü
olamazsın” mesajı ile Erdoğan ile yeni anlaşma yapmak isteyenler var.
Türkiye'de çıkarılmak istenen bir toplumsal çatışma, bir mezhep çatışması endişesi var. Bu endişeyi nasıl yorumluyorsunuz?
Türkiye'deki
hemen bütün sosyal fay hatlarında kaynama var. Biz bunu Akil Heyet
toplantılarımızda gözlemledik. Problemin sadece PKK ya da Kürt meselesi
üzerinden çözümlenemeyeceğini, Türkiye'nin bir genel demokratikleşme
atmosferine ihtiyacı olduğunu tespit ettik. Bunun temel sebebi, mağdur
edilmiş kesimlerin kendini ifade etme arayışının çok belirgin olması.
Tıpkı Kürtler gibi Alevilerin de toplumla değil, devletle sorunu var.
Alevi cemaatinde devletin uyguladığı politikalar üzerinden biriken
kızgınlığı görseniz bile, bu yıkıcı bir isyan değil. “Bizi de dinleyin,
biz de varız” diye şekillenen bir gönül kırgınlığı var ortada. Cemevleri
meselesi ciddi bir incinme duygusu yaratıyor. İnançlarının saygı
görmediğini, dolayısıyla kendilerinin tanınmadığını düşünüyorlar. Bu bir
kimlik ve haysiyet meselesi, teolojik bir konu değil.
Mezhepsel bir çatışma zemini gördünüz mü peki?
Sünni-Şii
gerilimi Ortadoğu'dan Türkiye'ye ihraç etmeye çalışılan bir mesele.
Halkın birbirine yaklaşımında şimdilik bir gerginlik yok. Ama bu bir
garanti değil; bir iki tane provokatif eylemle oluşabilir. Mesela
köprünün isminin Yavuz Sultan Selim olarak seçilmesi yanlış bir uygulama
oldu. Siyasal-toplumsal kimlikler “seçilmiş zaferler” ve “seçilmiş
travmalar” üzerinden kurgulanır. Birilerinin zaferi diğerinin travması
olduğunda çatışma kaçınılmaz hale gelebilir. Kimileri bu ismi
referanduma sunmanın demokratik olduğunu düşünüyor. Bu daha büyük bir
yanlışa sebep olabilir. Çünkü olay, toplumu ikiye bölecek bir referandum
kampanyasına dönüşür.
Bunları Başbakan Erdoğan'a ilettiğiniz raporlarda da not ettiniz mi?
Alevi
meselesindeki hassasiyeti iletmiştik ara toplantıda. Aleviler açısından
kendini ifade etme isteğinin belirginleştiğini söylemiştik. Lakin bu,
bizim keşfettiğimiz bir durum da değil, Sayın Başbakan ve hükümet
üyeleri zaten bunları biliyor ve politika geliştirmeye çalışıyorlar.
Sadece Kürtler ve Aleviler değil kendisini mağdur hisseden bütün
kesimlerin söyleyecekleri sözler var. Bu insanların temel haklarını,
mağduriyetlerini daha onlar söylemeden, talep etmeden devletin tespit
edip onlara sunması lazım. Çatışmaya dönmesinin üzerinden, geri adım
atarak hakkın verilmesi sağlıklı değil.
Arap Baharı'ndan ilhamla bir Türk baharı karşılaştırması var...
Son
dönemlerde dünya sathında iki farklı kapitalizme eklemlenme modeli
ortaya çıkıyor. Bunlardan ilki ABD-Avrupa çizgisinde liberalleşme,
özgürlükler, haklar üzerinden gelişen ve demokrasi ile kapitalist
iktisadi gelişimi birebir endeksleyen yaklaşım. İkinci model ise Çin ve
Rusya gibi yarı demokratik ortamlarda ortaya çıkan kapitalist model.
Buralarda haklar ve özgürlükler değil, istikrar ve güven ön planda.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu'daki mücadele de, “bir kapitalistleşme olacak
ama hangi modele göre” olacağı çatışmasıdır. Türkiye, iktisadi, sosyal
ve siyasal yapısıyla Ortadoğu ülkelerinden çok farklı ve Avrupa
demokrasilerine çok daha yakın bir model. Ama arafta duruyor.
Gençler, internet ve sosyal medya olayın tetikleyicisi. Gençlerin üslubuna uygun olarak nasıl çözülebilirdi?
Bu
gençler, yani 1980 sonrasında doğan Y ve Z kuşakları, coğrafi sınırlar
içinde endoktrine edilmiş, katı milli ideolojilerle yetişmiş bir kuşak
değil. Bunların sathı vatan değil, dünya. Facebook ve Twitter üzerinden
ortak zeminler kurup, kutuplarda ortaya çıkan bir çevre felaketi için de
Gezi benzeri bir eylemi yapabilecek duyarlılığa sahip gençler
görüyoruz. Olay siyasî değil, sosyolojik bir çerçevede ele alınsaydı
kolayca yumuşatılabilirdi. Bizim kuşağımızın zihinsel kalıplarına göre
etrafta farklı düşünenler değil düşmanlar vardır. Baktığımızda
tezgâhlar, komplolar, örgütler, devletler görürüz. Maslov'un
teorisindeki gibi. “Elinde çekiç olan her şeyi çivi olarak görür” ya!
Bizler elimizde çekiçle doğmuş bir nesiliz maalesef. Bütün ortamları da
kendimize benzetiyoruz. Bir kez topluluk oluştuktan sonra içine
devletler, istihbarat servisleri, örgütler girer, provokatörler de
sızar. Bu zemini hazırlamamak asıl olan.
Başa dönersek Gezi'de işi bu noktaya getiren gelişmeler ve kilometre taşları neydi?
Birincisi
ilk gün eylemcilere yönelik sert polis müdahalesiydi. Ama
kitleselleşmesi Başbakan Erdoğan'ın yaptığı iki konuşma ile oldu. Bu,
bir kesim tarafından “sizi yok sayıyorum” beyanı olarak algılandı. Bu,
gönül kırıklığı yaratan bir şey. İnsanların gönülleri kırıldı,
incindiler. Kürt meselesinin, Alevi meselesinin temelinde de devlete
karşı duyulan gönül kırıklığını görüyorsunuz. Devlet insanının, insanlar
da birbirinin gönlünü kırmamak zorunda. Bunun üzerine, toplumsal
psikolojiyi okuyan birileri de durumdan vaziyet çıkartmayı başardı.
Olayı Erdoğan karşıtı bir kalkışmaya dönüştürme çabasına girdiler.
Çatışma çözümlerine göre her konu üzerinden pazarlık yapılabilir ama
insanların kimlikleri ve haysiyetleri üzerinde pazarlık yapamazsınız.
İnsanlar aç yaşamayı kabullenebiliyor, büyük savaşları göze alabiliyor
ama “haysiyetime dokunma, kırma, incitme, beni tanı” diyor. Bu felsefeyi
mutlaka içinde barındırmalı bir sistem. En küçük azınlığı bile tanımak,
saygı göstermek demokratik bir devletin özü.
Gönül kırıklıkları nasıl telafi edilir, yaralar nasıl sarılır ilk etapta?
Ben
her şeyin başlangıcını dil yarası olarak görüyorum. Sayın Başbakan
üslubunu balkon konuşması üslubuna çektiği sürece bütün Türkiye'nin
başbakanı olarak birçok gerilimi hafifletebilir. Ayrıca Başbakan
Erdoğan, mikro meselelere müdahil oldukça bunların makro düzeyde
çatışmalara dönüşeceğini söyleyebiliriz. Yukarı çıkıp üst siyasetle,
dünya meseleleriyle ilgilenmesi gerekiyor.
Taraflar ne çıkarmalı buradan?
Protesto
demokratik bir haktır ancak bu bir işgale, şiddet hareketine, hakarete
dönüşemez. Güvenlik güçlerinin küçük kıvılcımları büyük yangınlara
dönüştürecek önlemlere başvurmaması gerekiyor. Muhalefetin ise aynaya
bakıp yeni kuşakların beklentileri nasıl karşılanabilir, eski kuşakların
gönülleri nasıl alınabilir planlamasına girmesi şart. İktidarın da
yüzde 50 oyla iktidara gelseniz bile, tüm Türkiye'yi göz önünde
bulunduran politikalar uygulanmadığı zaman sadece yüzde 1 ile bile koca
bir ülkenin geleceğiyle oynamak mümkün. Çoğunlukçu değil çoğulcu
davranabilmenin yollarını bulmak lazım. Türkiye halkına tek tip bir
formatı dayatmak ve “vatandaşımızın inancı, ahlakı, dünyaya bakışı şöyle
olmalı” diye bir hat belirlemek hepimizin kaybedeceği bir oyuna girmek
olur. Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün vatandaşlarını makbul kabul etmek
gerekiyor.