Bürokrasi ve sanat arasında
Burhan Doğançay'ın resimlerinde izlediğimiz görsel
birikim, dünyada kent yaşamının son 40-50 yıllık zaman dilimine ilişkin
ipuçları da verir.
Bürokrasi ve sanat arasında
Doğançay, 1962’de Turizm Bakanlığı’nın New York Ofisi’nin başına
geçmek üzere ABD’ye gittiğinde de bürokrasiyle sanat arasında bir ‘çifte
hayat’ yaşar. Fakat 1964’te buradaki görevinin sona ermesi ve Paris’e
transfer edilmesi söz konusu olduğunda karar anı gelmiştir; hayatındaki
tutku da o zaman somutluk kazanır. Paris’e gitmeyi tercih etmez; işsiz
kalmayı, dahası New York’taki binlerce adsız sanatçıdan biri olmayı göze
alır. Bir süre epey zorluk çeker. Sanatsal açıdan, Paris’teki görevi
kabul etmemesinin üzerinde durmak gerekir. 1960’lı yıllarda Paris,
dünyadaki gelişmeler açısından olmasa da Türkiyeli sanatçılar için hâlâ
sanatın merkezidir. 1950’li yıllardan itibaren oraya yerleşenler
arasında Fahrelnissa Zeid, Nejad Devrim, Selim Turan, Avni Arbaş, Mübin
Orhon, Tiraje, Abidin Dino, Hakkı Anlı gibi sanatçılar vardır; sanat
eğitimi açısından da tercih edilen başlıca şehirdir. New York’ta olup
bitenlerse Türkiye sanat ortamına çok uzaktır. Türkiye’de bu yıllarda
kısır bir yerel-evrensel tartışmasının etrafında biçime temelli
yaklaşımların hem sanatçılar hem sanat yazarları tarafından geleneksel
hat sanatının, yerel ve folklorik motiflerin bir tür yansıması olarak
görüldüğü bir dönem yaşanmaktadır. Giderek yükselen bir sosyal
hareketlilik içinde ‘kent’ değil ‘köy’ olgusu ön plandadır.
Doğançay’ı Doğançay yapan olguların başında ise kent olgusu ve New York
gelir. Kendisi de “New York’a gelmeseydi, duvarlara yönelik böylesi bir
tutku geliştireceğinden şüphe ettiğini” söyler. Doğançay’ın 1960’larda
bu kentte bulduğu sanatsal ortam da bu tutkuyu besler. Rauschenberg,
Warhol, Lichtenstein, Rosenquist, Indiana gibi öncü Pop sanatçılarının
döneme damgasını vurduğu yıllarda kent olgusu, duvarlardan
billboard’lara, afişlerden gündelik tüketim nesnelerine tüm cepheleriyle
başroldedir. Hazır-imgeye ve popüler kültür imgelerine dayanan, soyut
dışavurumculuğa, pentür geleneğine alternatif bir sanat yapma biçimi
olarak ortaya çıkan bir modernist kırılma yaşanmaktadır. İngiltere ve
ABD’de Pop akım, Fransa’da Yeni Gerçekçilik gibi yaklaşımlar, İkinci
Dünya Savaşı sonrasındaki süreçte ‘kent’ olgusunun çeşitli cepheleriyle
gündeme gelmesine yol açmıştır. İçe bakan bir soyut dışavurumcu
ressamlar kuşağının yerini, dış dünyayı gözlemlemekte olan genç kuşak
sanatçılar almaktadır.
Doğançay’ın kendi kişisel arayışları, sanattaki bu dönüşümle aynı zamana
denk gelir. Pentür geleneğini ve kaygıları itibariyle modern sanat
çizgisini sürdüren bir sanatçı olmasına rağmen, kendi içsel kırılmasını,
tıpkı dönemin diğer çağdaş ressamları gibi, etrafına bakarak, bu
dönemde yaşamaya başlamıştır. Böylece Doğançay, salt kendi
izlenimlerinden oluşan daha geleneksel kent görünümlerini terk edip,
başlı başına bir kavramsal arayış olarak ‘iz’ olgusu üzerine gitmeye
başlamış ve bu şekilde kendi özgün üslubuna kavuşmuştur. Doğançay’ın
1960’lardan günümüze her biri birbirinden beslenen ‘Kent Duvarları’,
‘Kapılar’, ‘Sapaklar’, ‘New York’un Mavi Duvarları’, ‘Kurdeleler’,
‘Çifte Gerçeklik’ gibi farklı resim serileri bu sürecin ürünüdür. Tüm bu
serilerin dikkat çekici bir özelliği, temel bir sanatsal problem olarak
gerçeklik ile temsil arasındaki gelgit üzerinde kurulmuş olmalarıdır.
‘Kurdeleler’ gibi ‘soyut’ resimleri de dahil olmak üzere Doğançay’da
gördüğümüz her imgenin gerçek hayatta bir karşılığı ve hemen hepsinin
fotografik bir eskizi vardır. Öte yandan Doğançay, duvarlarda kültürün
ve doğanın yarattığı izlerin estetik yönüne çekim duyduğu kadar, bu
duvarların anlattığıyla da yoğun olarak ilgilenen bir sanatçı olmuştur.
Doğançay’ın resimlerinde izlediğimiz görsel birikim dünyada kent
yaşamının son 40-50 yıllık zaman dilimine ilişkin ipuçları verirken, bu
resimlere kaynaklık eden fotoğraflar, o zaman dilimine ilişkin başlı
başına alternatif bir antropolojik görsel tarihtir. 1982’de Pompidou’da
açılan ‘Fısıldayan Duvarlar’ sergisinden sonra ressamlığının yanı sıra
fotoğrafçılığıyla da tanınmaya başlayan Doğançay’ın dünya duvarları
arşivi, onun hem özgünlüğünün hem de güncelliğinin temeltaşı olarak
görülebilir. ‘Arşiv’ olgusunun resmi tarih oluşumundaki rolünü sıkça
sorguladığımız şu günlerde Doğançay’ın 1960’lardan bu yana oluşturduğu
dünya duvarları arşivi, resmi tarih yerine duvarlara insanın bıraktığı
izlerle, resimlerle, yazılarla şekillenen gayri-resmi bir tarihi
gözlerimizin önüne getirir, bir ülkenin kalbinin duvarlarında attığını
söyleyen ve kuşkusuz önce bu cümleyle hatırlanacak bir görsel birikimi
geride bırakan sanatçıyı doğrular.
Son yıllarda Doğançay her ne kadar sanat piyasasında resimlerinin
‘kırdığı rekorlarla’ gündeme gelse de bu yalnızca küçük bir çevreyi
ilgilendiren bir meseledir. O rekor fiyatlar nedeniyle gördüğü yoğun
ilgi, ölümünden önce kendi birikimini sergilemek üzere açtığı Doğançay
Müzesi’ni yaşatmaya yetecek midir; yoksa orası bugün de olduğu gibi
genellikle ıssız mı kalacaktır, izlemeye değer.
1953, PARİS
Bu gençlik fotoğrafı, tutkusunun Doğançay’ı nasıl
yönlendirdiğini çok iyi ifade eder: Takım elbiseli şık bir adam görürüz;
yirmili yaşlarında. Paris’te ekonomi doktorasını yeni bitirmiş,
Ankara’da Ticaret Bakanlığı’nda çalışmaya başlayacak. Ne var ki başka
bir ilgi alanı var belli: O resmî haliyle sokakta kaldırıma oturmuş
desen çiziyor.
Eski bir Doğançay yazısına Eski Yunan’da cenazelerde ölenin ardından
sorulduğu rivayet edilen bir soruyla başlamışım: “Tutkulu bir insan
mıydı?”
Bu soru sanki bugün sorulmuş gibi de devam etmişim: “Yaşına çok yıllar
ekleyip de yaşlanmayan bir adam, dünyanın dört bir yanında sokakları
arşınlıyor; kent duvarlarının fotoğraflarını çekiyor; duvarlara
yapıştırılmış broşürleri, afişlerin kıvrık köşelerini, solmuş
görüntüleri biriktiriyor; ceplerini kent duvarlarının artıklarıyla
dolduruyor, bu torbalar dolusu kent birikintisine hem mecazi hem gerçek
anlamda yeniden
hayat
veriyor...”
Tutku değilse nedir bu?
Yıl 2002’ydi o
zaman; Doğançay 73 yaşındaydı.
Gençmiş!..
Şimdi o soruyu gerçekten
sormanın vakti gelmiş. Doğançay 84 yaşında öldü.
Bir gençlik fotoğrafı, tutkusunun Doğançay’ı nasıl yönlendirdiğini çok
iyi ifade eder: Takım elbiseli şık bir adam görürüz; yirmili yaşlarında.
Paris’te
ekonomi
doktorasını yeni bitirmiş, Ankara’da Ticaret
Bakanlığı’nda çalışmaya başlayacak. Ne var ki başka bir ilgi alanı var
belli: O resmi haliyle sokakta kaldırıma oturmuş desen çiziyor. Sanat
eleştirmeni Richard Vine’ın yorumu pek yerinde: “Bu kadar rafine bir
adamı, hoyrat ve azılı bir biçimde kentsel olana çeken neydi gerçekten?”
Doğançay, 1953’te Paris’ten Türkiye’ye döndükten sonra da resim yapmayı
hiç bırakmaz;
babasıyla birlikte açtığı sergiler epey ilgi de görür.
Doğançay’ın esas sanat öğretmenidir harita subayı olan babası Adil
Doğançay (1900-1990); küçük yaşlarından itibaren gezi ve sanat merakını
ona aşılayan kişidir.
Adil Doğançay ile Burhan Doğançay, birlikte ilk
sergilerini açtıkları günlerden itibaren farklıdırlar birbirlerinden.
Ama ortak bir noktaları vardır; ‘izlenim yakalamak ve yaratmak’ merakı.
Adil Doğançay geleneksel bir doğa izlenimcisidir; Burhan Doğançay ise
yıllar geçtikçe ‘izlenim’ kavramının sınırlarını genişleten çağdaş bir
kent izlenimcisidir.